Atatürk dünya üstüydü

Atatürk nasıl tanımlanabilir?

İnsanlar Atatürk’ü övüp yücelttiklerinde, onu olağanüstü göstererek gereğinden çok değer yükledikleri, putlaştırdıkları eleştirileriyle sıkça karşılaşırlar. Atatürk olağanüstü müydü? Aslında onu sözcüklerle sınırlamak mümkün değildir. Bunun daha iyi anlaşılabilmesi için aşağıda, Atatürk’ün özellikleri, hayatındaki belli başlı kilometre taşlarıyla ana hatları verilen inanılmaz zincirleme çakışmalarla, mucizelerle dolu bir alın yazısı sergilenmektedir.

Atatürk’ün Türkçülüğü

Türklerin kökenini ortaya çıkarmak Atatürk’ün en büyük isteklerinden biriydi. Atatürk’ün 1 Kasım 1922′de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 130. toplantısının birinci oturumunda yaptığı konuşma (günümüz Türkçesiyle):

Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk milleti vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh’un oğlu Yafesin oğlu olan kişidir.

Türk adını taşıdığı yazılı tarihten bilinen tek Türk devleti olan Göktürk Devleti 744 yılında yıkılmış, Türk adı yüzyıllar sonra çözümlenebilecek olan Orhun abidelerinde kalmıştı. Türkler kendilerini: Kazak, Özbek, Türkmen, Oğuz, Kırgız, Azeri, Osmanlı, Tatar, Başkurt, Uygur, Gagavuz  vb. olarak adlandırmaktaydılar. Kökleri Hunlara dolayısıyla Türklere dayanan bir başka millet daha vardı. Avrupa’da yeni güç dengeleri kurulurken, Panslavizm ve Pangermenizm’in arasında sıkışıp kalan Macarlara,  Avrupalıların Avrupanın köylüleri anlamında “Batının en doğuluları” demeleri onları Turan-Türkoloji – Türklük Bilimi araştırmalarına yöneltmişti.

16 Ekim 2012 Türkiye Macaristan maçında Macarların açtığı pankart

Biz Türkler, Macarlarla kardeşiz. Ne yazık ki, biz i’la-yi kelimetullah diye İslam aleminin, siz de ruhullah diye Hıristiyanlığın yüzyıllarca öncülüğünü yaparak, boş yere birbirimizin yok olmasına çalıştık. Böyle bir şaşkınlığa düşeceğimize, iki kardeş millet el ele verseydik, insanlığa ne büyük hizmet ederdik.” diyen Atatürk, oluşturduğu tarih tezi için Macar Türkologların araştırmalarından büyük ölçüde yararlandı.
1905 Rus Devrimi sürecinde Çarlık Rusyası liberal aydınlarının demokrasi ve özgürlük isteklerini daha cesaretle dile getirmeleri, eyleme geçmeleri sayesinde Rusya Müslümanları da ortak bir kültürel ve siyasi hareket içinde bir araya gelmeye başladılar. Bu sayede genelde Türk soylu olduklarını belirgin olarak gördüler. Kırımlı İsmail Gaspıralı “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanlar, mekânlar ihtilâfıyle şivemizde, adetlerimizde ihtilâf peyda oldu; gittikçe farklılık artdı…” diyordu. Böylece Çarlık Rusyası içerisinde Türkçülük gelişmeye başladı.

Yusuf Akçura

Rus Devrimi hareketinin başarısızlığa uğraması üzerine 1906 dan itibaren Rusya Türkçüleri İstanbul’a gelerek İttihat ve Terakki hareketi içinde görev aldılar. Jön Türk hükûmeti bu seküler, ceditçi ve Türkçü aydınları sıcak karşıladı. Çarlık Rusyası’nda kalan birçok diğer Türk aydınları da 1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Türkiye’ye geldiler. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katkı sağladılar,  Atatürk tarafından önemli görevlere getirildiler. Birçok eserinde Türkçülük düşüncesini işlemiş olan Ziya Gökalp’ın fikirleri de Türkiye Cumhuriyeti’ne şekil ve istikamet verdi. Atatürk devrimlerini de etkiledi. Ancak İslam ile Türkçülük arasında bağlar kuran Gökalp’ten daha çok, Atatürk’ün çalışma arkadaşı olarak Kurtuluş Savaşında önemli görevler almış Kazan Türkü Yusuf Akçura’nın dinin düzenleyiciliğini reddeden milliyetçiliği Atatürk milliyetçiliğine etkili olmuştur.

Gelişen Türkoloji, Türkçülük ve Turancılık akımlarının Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini çağdaş, üniter, Türk devleti olarak kurma hedefi ile tam zamanlı çakışması ve katkısı rastlantı olabilir mi?

Türkün beli eğilmez

Selanikli Mustafa daha küçükken kişiliğini oluşturmuştu. “Birdirbir oynar mısın” diye soran çocuklara:Oynarım ama ben eğilmem dimdik dururum. İsteyen üstümden atlar geçer gider.cevabını veriyordu.

Mustafa, o zamanlar adına sanına değer verilmeyen Türk’ü ilerde:

― “Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim. Türk birliğinin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile, gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapayacağım. Türk birliğine inanıyorum, onu görüyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk birliğiyle açacaktır. Dünya sükununu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türk’ün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek, o zaman görülecek.

– “Benim hayatta yegâne övüncüm, servetim, Türklükten başka bir şey değildir”

– “Ne mutlu Türküm diyene

diyerek öyle bir yüceltecekti ki ondan 82 yıl sonra Türkün belinin eğilmezliği Azerbaycan askerleri tarafından da dile getirilecekti. Atatürk’ün önce davranıp Türklüğe sahip çıkması bütün dünyanın Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını  Türk olarak nitelendirmesiyle sonuçlandı. Bu Türklüğe konulmuş ambargo demekti. Bu yüzden Türkiye dışındaki diğer Türk ülkelerindeki Türkler kendilerine Türk diyemediler. Zira ben Türküm, biz Türküz deseler dünya onların Türk vatandaşı olduğunu varsayacaktı. O yüzden istisnalar dışında ister istemez kendilerine Özbek, Kırgız, Tatar, Azerbaycanlı v.b. demeyi sürdürdüler.

Eğitimin önemini bilen küçük çocuk

Babası Ali Rıza Efendi’nin karşı çıkmasına rağmen oldukça dindar olan annesi Zübeyde Hanım’ın  ısrarıyla gönderildiği Selanik Fatma Molla Kadın Mahalle Mektebi’nde yerde bağdaş kurarak oturmaktan sıkılan  küçük Mustafa, günün birinde Arapça güzel yazı dersinde kalkıp ayakta durdu. Hüsnü Hat hocası Çopur Hafız Emin Efendi oturmasını emredince, “dizlerinin tutulduğunu” söyleyerek, hocasını dinlemedi. Diğer çocuklar olup bitenleri büyük bir şaşkınlıkla izliyorlardı. Önce loş sınıf derin bir sessizliğe gömüldü ve sonra hayatında belki de ilk kez, küçük bir çocuğun tepkisi karşısında ne yapacağını şaşıran Çopur Hafız Efendi, birden bire sessizliği bozdu.
-“Ne! bana karşı mı geliyorsun?’ diye bağırdı.
-“Evet, karşı geliyorumdiye cevap verdi küçük Mustafa.
Bunun üzerine öteki çocuklar da cesaretlenerek ayağa kalkıp;
-“Biz de hepimiz size karşı geliyoruz!” dediler. Hoca, çocuklarla anlaşmak zorunda kaldı.

Mustafa’nın, annesinin kör inançlarına ve tapınma adetlerine meydan okuyan tepkisi ve geri kalmışlığa uyumsuzluğu Mahalle Mektebinden alınarak o döneme göre çağdaş eğitim veren Şemsi Efendi İlkokulu’na verilmesi ile sonuçlandı. Böyle olması gerekiyordu zira Mustafa’nın bundan sonraki yaşamında eğitimin, reformunu gerçekleştirecek kadar, çok önemli bir yeri olacaktı.

Annesinin bilinçaltına girenler

Zübeyde Hanım’ın içini sıkıntı basmıştı. Odada bir oraya bir buraya yürüyor, oğlu Mustafa’yı bu sevdadan nasıl vazgeçirebileceğini düşünüyordu. Henüz daha 12 yaşında olan Mustafa asker olmak istiyordu. Annesinden habersiz Selanik Askeri Rüştiyesi nin sınavlarına girmiş ve kazanmıştı. Oysa o, oğlunun asker olmasını istemiyordu. Seferden sefere gitmek zorunda kalacağını düşündükçe içindeki sıkıntı daha da büyüyordu. Mustafa, Selanik Askeri Rüştiyesine girebilmesi için gereken evrakları önüne koyduğunda, imzalamaya yanaşmamıştı. Mustafa’nın askeri okula girebilmesi onun imzasına bağlıydı. Zübeyde Hanım o gece yattığında zorlukla uyudu.  Rüyasında oğlu Mustafa yüksek bir minarenin tepesinde, altın bir tepsinin içinde oturuyordu. Mustafa’ya doğru koşmaya başladı. Tam o anda, bir ses duydu: Rüyadaki ses, “Oğlunun asker okuluna gitmesine izin verirsen hep böyle yüksekte olacak. Vermezsen yere atılacak” diyordu. Zübeyde Hanım gördüğü rüyadan ve rüyasında duyduğu bu sesten çok etkilendi ve Mustafa’nın Selanik Askeri Rüştiyesine gitmesine izin verdi. Kemal adını, onu başarılı bulan Mustafa adlı matematik öğretmeninden bu okuldayken aldı.

Bunun da böyle olması gerekiyordu zira Mustafa Kemal’in bundan sonraki yaşamında askerliğin çok önemli bir yeri olacaktı.

İyi bir komutan olacağının bilincinde

Manastır Askeri İdadisinden sonra Harp Oku­lu­’n­da okurken sı­nıf arkadaşı Ali Fu­at’­a (Ce­be­soy) der ki:
A­li Fu­at, se­nin Fran­sız­can çok iyi.
-Se­nin de ma­te­ma­ti­ğin Musta­fa. 

O za­man şöy­le ya­pa­lım: Sen ba­na Fran­sız­ca ça­lış­tır, ben de sa­na matematik.

-A­ma se­nin Fran­sız­can da iyi.
Da­ha iyi ol­ma­lı.
Tamam Mus­ta­fa, öy­le ol­sun.
Bi­raz Ma­ke­don­ca bi­li­yo­rum ama Fran­sız­ca, Arap­ça, Al­man­ca ve İn­gi­liz­ce de öğ­ren­mek is­ti­yo­rum.
-Baş­ka ne kal­dı ki?
Arap­ça bil­me­miz şart! Top­rak­la­rı­mı­zın pek ço­ğu ora­lar. Fran­sız­ca diploma­si di­li.
Al­man­ca?
Al­man­lar ka­dim müt­te­fi­ki­miz de­ğil mi?.. Öğ­ren­mek şart Ali Fu­at… Ben iyi bir ko­mu­tan ola­ca­ğım… İyi bir ko­mu­tan.”

Öyle de oluyor. Eşsiz bir komutan oluyor. Atatürk’ün tipik özelliği: İddialı konuşmak ve dediğini yapmak.

…………………..

Harp Akademisinde, her cuma akşamı bir sınıfta toplanır, kapıları kapattıktan sonra Mustafa Kemal kürsüye çıkardı. Tıpkı bir konferansçı gibi, Paris’ten gelen Türkçe ve Fransızca gazetelerden öğrendiklerini bizlere aktarırdı. O zamana dek ‘padişahım çok yaşa’ demekten başka bir şey bilmeyen bizler için, Mustafa Kemal’in söyledikleri çok dikkat çekiciydi. Vatan, millet, Türklük gibi düşünceleri ilk kez, Harp Akademisi sıralarında ondan duymuştuk. Orgeneral Asım Gündüz, Hatıralarım

Geleceğe zaman yolculuğu

Harb Okulu ve Harb Akademisini tamamladıktan sonra 1910’da Kolağası (kıdemli yüzbaşı) iken Selanik’te 38 inci Merkez alayına komuta etmeye geldiğinde askerleri “Selamün aleyküm” yerine:
–”Merhaba asker…”
Diye selamladı. Böyle birşey ilk kez olmaktaydı. Askerler nasıl karşılık vereceklerini bilemediler.

Atatürk sanki zaman yolculuğuna çıkmış ve o an geleceği yaşamış.

Ülkenin başına geçeceğinden emin

Mustafa Kemal’in mirlivaliğa (tümgeneral) terfi iradesi cebimdedir. Ama siz onu bilmezsiniz. O hiç bir şeyle memnun olmaz. General olur, korgenerallik ister. Korgeneral olur, orgenerallik ister. Orgeneral olur, müşirlik (mareşallik) ister. Müşir yaparsınız, bununla da yetinmez, padişahlık ister“ Enver Paşa.

Enver Paşa’nın bu sözleri aktarıldığında Mustafa Kemal şöyle der: Ben Enver’in bu kadar zeki ve ileri görüşlü olduğunu bilmezdim…‘ 

(Vehbi Vakkasoğlu, Son Bozgun, Cilt I, s. 144)

Selanik’teyken bir akşam, sağlık müfettişi olan doktor Tevfik Rüştü Aras, Nuri Conker, Salih Bozok beylerle birlikte Olimpiya birahanesinde oturmuş içerlerken devletin dış siyaseti söz konusu oldu, bu arada da Mustafa Kemal ve acı eleştiriler yaptıktan sonra, işi şakaya döktü ve Tevfik Rüştü Beyi göstererek:
Bu yanlış siyaseti bir gün doktor vasıtası ile düzelttireceğim!.. dedi.
Yakın ve teklifsiz arkadaşı Nuri Conker alaycı cevap verdi:
-Ne … Ne ?!… Sen mi düzelttireceksin?
Bunu üzerine Ata ile aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Evet.Ben, doktoru dışişleri bakanı yapacağım! Bütün falsoları ona tamir ettireceğim!..
Nuri Bey şakasına devamla:
-Demek sen, doktoru dışişleri bakanı yapacaksın! Ya beni ? . .
Seni de vali ve kumandan yaparım!
Salih Bozok atıldı:
-Herhalde bu arada beni de bir şey yaparsınız?
Salih, seni yaver yapacağım ve yanımdan ayırmayacağım!..
Nuri Bey yine dayanamadı:
Allah’ını seversen, sen ne olacaksın ki, hepimiz şimdiden böyle birtakım görevler veriyorsun?
Bu memuriyetleri veren ne olursa işte ben o olacağım!

Yine geleceği yaşıyormuş.

Reformları gerçekleştireceğini biliyor

Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, “Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir” sözleriyle “tarihi misyonunun” ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, ‘kolağası’ (ön yüzbaşı) rütbesinde iken “yegâne hedefimiz” dediği “misyon”un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov’a, şu sözlerle açıklamıştı:
Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız.” (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)

Balkan Faciasını da önceden görmüş

Mustafa Kemal, her şeyden önce kendine güvenen bir adamdı. Çocukluğundan beri hangi işin aksayan tarafını görmüşse, ileriye atılmış ve ‘Ben yaparım’ demiştir.
Okulda, sınıf çavuşluğunu böyle almış, Çanakkale’de grup komutanlığına böyle atanmış, Kurtuluş Savaşına bu inançla atılmıştı.
Mustafa Kemal’in bu yönüyle Balkan faciasına engel olacak çalışmasını da öğrenmiş bulunuyoruz. Mustafa Kemal, 13 Ocak 1910 tarihinde atandığı Redif İkinci Selanik Tümeni Kurmay Başkanı bulunduğu sırada savunma planları hazırlamıştır. Bu planlar, Balkanlılar aralarında birleşir de bir gün Osmanlıya saldıracak olurlarsa yurdun nasıl savunulacağını gösteriyordu. Mustafa Kemal, bu işi incelemek için tek başına bütün Rumeli’deki orduları dolaşmıştır. Dağların, derelerin, askeri bakımdan önemli olan yerlerin gereklerini düşünmüş; her şeyi inceden inceye hesaplayarak hazırlamıştı bu planları.

Asım Us’un  anılarına göre, bir gece Atatürk’ün sofrasında Balkan bozgununu söz konusu olur. Sorarlar:

– “Balkan bozgunu, önüne geçilemez bir felaket miydi? Bu mağlubiyetten kurtuluş çaresi yok muydu?” Atatürk’ün yanıtını Asım Us kelime kelime not etmiştir:

– “Balkan Savaşı başladığı zaman ben, Trablusgarp’te bulunuyordum. Eğer bu sırada ben orada bulunmayıp da Rumeli’nin her hangi bir noktasında bulunsaydım, o Balkan bozgunu olmazdı. Çünkü Selanik Kolordusunda bulunurken, Küçük Balkan devletlerinin birleşerek beraberce bir hücum yapmaları ihtimalini düşünüyorduk. Ben, böyle bir ihtimale karşı, takip ve tatbik edilecek savunma planları üzerinde çalışmıştım.

Bir gün bu savunma planlarına ait haritaları üzerinde çalışırken içeriye Talat Paşa ile o zaman İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri olan Hacı Adil Bey girdi. Kolordu Kumandanını ziyarete gelmişler. Bu nedenle beni de hatırlamışlar. Selamlaşmalardan sonra, Talat Paşa bana laf olsun diye şunları sordu:

-‘Kemal Bey çok dalmışsın, ne ile meşgul oluyorsun?’ Önümdeki haritaları göstererek:

-‘Bunlar Rumeli Savunma planıdır. Bir gün Küçük Balkanlı Devletlerin birleşerek birlikte bir hücum yapmaları ihtimaline karşı askeri hazırlıklarımızdır’ dedim. Talat Bey:

-‘Ben asker değilim. Bu gibi askeri işlerden anlamam. Fakat bu gösterdiğin savunma planlarını kim uygulayacak?’ diye sordu. Ben elimle kendimi işaret ederek:

-‘Ben yaparım’ dedim. Talat Bey, bu konu üzerinde daha fazla konuşmadı, sustu. Esasen sadece gönül ve hatır almak için benim yanıma uğramışlardı. Veda ederek ayrıldılar. Sonradan öğrendim ki, benim Rumeli’yi savunma hakkındaki sözlerim Talat Bey’in pek garibine gitmiş.  Odamdan çıktıktan sonra, giderlerken Hacı Adil Bey’e:

-‘Gördün mü bizim deliyi?’ demiş.”

Atatürk’ün anlattığı bu anı, O’nun ileriyi görmekteki sezişinin birçok örneklerinden birini daha oluşturmaktadır. Talat Paşa’nın Mustafa Kemal hakkındaki yargısını tarih cevaplandırmıştır. Mustafa Kemal, ileriyi görmüştü. Küçük Balkan Devletlerinin günün birinde anlaşarak ve birleşerek Osmanlıya saldıracağını tahmin etmişti. Bunun için de gerekli savunma planlarını hazırlamıştı. Bunu uygulayacak tek adam olarak da kendini görüyordu.

Balkan birleşmesine karşı gerekli tedbirleri almamış, bu yüzden Balkan faciasına yol açmış, daha sonra Birinci Dünya Savaşı’na katılarak Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanıp dağılmasına sebep olanların başında Talat Paşa da vardı. Ve bu macera deliceydi.

(Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul 1966, s. 15-16.)

Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı ile ilgili öngörüleri

33 yaşındaki Yarbay Mustafa Kemal Sofya’da askeri ataşe iken, Şam’da görevli sınıf arkadaşı Kurmay Yarbay Ali Fuat (Cebesoy)’a mektupla 1914 başlarında, savaştan çok önce, durumu ve geleceği özetlemiş:

“Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimizin bir de mevki ve şöhret peşindeki hırsları yüzünden ne hale geldiğimiz aşikârdır. Binaenaleyh bu mevzuda fazla izahata lüzum görmüyorum. Bundan sonra da fena günler göreceğimizden şüphe edilmemelidir. Yüzyıllardan beri Hıristiyan tebaasından çektiklerimiz henüz bitmeden, birbirine zıt olan Pan-İslam ve Pan-Turan hayalleri icat edilerek bunlarla, zaten güç olan durumumuz büsbütün karıştırılmaktadır. Milliyetçilik dünya yüzünde o kadar çok inkişaf etti ki, emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğuna dayanmayan devletlerin dağılması mukadder görülüyor. Hala Anadolu’da Suriye ve Irak’ta bir Hıristiyan azınlığı vardır. Bunların iddiaları eksilmemiştir. Bir de büyük bir Arabistan davası çıkmıştır ki bununla İngiltere, Fransa; Arap çoğunluğu olan yerlerimizi bizden ayırıp kendilerine müstemleke yapacaklardır. İçimizde bir de Arap milliyetçiliği alıp yürümüştür. Bunlardan kültür ve din birliğine inanmayanlar vardır ki bunların menfaati bakımından büyük devletlerin âleti olacaklarından şüphe edilemez. Buna mukabil çoğunluk temiz bir milliyetçilik davası içindedir. Bunlarla görüşüp Arap meselesine bir çözüm noktası bulunabilir. Arap meselesi bundan sonra iç siyasetimizin en önemli meselesi olmuştur. İçerde azınlık ve Arap meselesi dururken, hangi teşkilât, hangi vasıta ile dışarıda Pan Turanizm ve Pan İslamizm umdelerini tahrik edebilir. Üstelik henüz içimizde bunlara bir istikamet verilmemiş iken…İngiliz-Alman rekabeti ve yeniden büyüyen Sırbistan’ın Avusturya ve Macaristan’ın güneyindeki Slavlar üzerinde iddiası yüzünden, pek yakında dünya harbinin patlayacağına inanılabilir. Hiçbir hazırlığımız olmadan acele bu harbe de sürüklenecek olursak, Anadolumuz, Boğazlarımız ve 500 yıllık Türk İstanbulumuz muhakkak tehlikeye girer. Bu sefer bir kelime ile Türklüğümüz mahvolur. Bundan sonra hiç olmazsa kendimizi hülyalara kaptırmamalıyız. Zira telafisi mümkün olamayacak bir felaketle karşılaşırız. Gelecekte hiçbir hissiyata aldanmadan, kesin kararımız, Türk çoğunluğunun çizdiği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.

Ali Fuat anlatıyor:
“Bundan sonraki yazışmalarımızda, Arabistan’a verilecek idare şekli, daha sonra Arabistan’ın istiklâli hakkındaki düşüncelerimize yer verilmişti. Umumi seferberlik ve harbe girişimizdeki acelecilik, Mustafa Kemal Bey’in fikrine asla uymuyordu. O, tedrici bir seferberlik ve harbe mümkün olduğu kadar geç girilmesini istiyordu. Onun fikri Türk Başkumandanlığının fikrine katiyetle uyuşmuyordu. Mustafa Kemal Bey’e göre; harp, Avrupa’da yıldırım süratiyle bitmeyecek, tersine olarak Orta Avrupa devletlerinin taarruzları, Doğu ve Batı’da bir hatta duracak ve burası müstahkem mıntıkalar haline getirilecek ve hangi taraf bir dış müdahale temin ederse, o taraf kazanacaktır. Bu durum yıllarca sürebilir.”

Atatürk’ün 1914 Ağustos ayı içinde Doktor Tevfik Rüştü Aras’a Sofya’dan gönderdiği mektuptan:

Halil (Menteşe) Bey buradadır ve Bulgaristan’la ittifak görüşmelerinde bulunuyor. Bulgarlar bu sırada bizimle ittifak yapmazlar… Görüşmelerde bulunuyor duygusunu vermek işlerine geldiği için böyle davranıyorlar. İşlerine gelmeyince Kral veya Meclis kabul etmiyor diyerek konuşmaları keserler…Bu savaş çok uzun sürecektir; ona girmekte geç kalınmaz; bundan korkup acele etmeyelim…Ne yap yap partinin genel merkezindeki dostlarınıza, özellikle bacanağınız Doktor Nazım Bey’e bütün gayretinle anlatmaya çalış. Başlayan bu dünya savaşına biz asla karışmayalım. Senin de bu fikirde olduğuna şüphem yoktur. Elçi Fethi (Okyar) Bey de bu fikirdedir. Bu dünya savaşına memleketimizin karışmaması için elinden geleni yapmasını isterim.

Atatürk’ün Sofya’dan güvenilir bir dostuna yazdığı 17 Eylül 1914 günlü mektubundan:

“Hangi tarafın galip geleceğine dair fikri kanaatimi söylemekten sakınırım. Nazik ve mühim bir devre içinde bulunduğumuza şüphe yoktur; Almanlar büyük ve hayret verici bir saldırıyla, birçok Fransız kalesini çiğneyerek sağ kanadı ile Paris’i geçip Fransız ordusunu –arkası İsviçre’ye olmak üzere- sıkıştırdı. Bunun, Almanların tek maksadı olduğunda ve onu da başardıklarında herkes fikir birliğindeydi. Ve bütün kâinat artık son ve kati meydan muharebesini ve onun neticesini bekliyordu. Hâlbuki bu neticeye karşılık, Alman ordularının Fransız ordusu karşısında yüzlerce kilometre geri çekildiği görüldü. Doğuda Ruslarla Almanlar ve Avusturyalılar arasında cereyan eden vakalarda, Doğu Prusya’da Ruslar bozuldu, fakat güneyde Rusların pek üstün kuvvetleri karşısında Avusturya ordusu çekiliyor, batıda Fransız ordusu taarruza hazır. Dolayısıyla Alman ordusu serbest değil. Doğuda Rus ordusu üstün ve Avusturya ordusu çekilmeye mecbur. Vaziyeti şöyle yorumlayabiliriz: Almanlar Fransız ordusunu kati meydan muharebesiyle henüz mağlup edemeyeceklerini ve Avusturya ordusunun üstün Rus kuvvetleri karşısında daha fazla mukavemet edemeyeceğini görerek batıda bütün ordu ile geri çekilerek nispeten doğuya yaklaşmak ve sonra Fransız ordusu karşısında bir müdafaa ordusu bırakarak kalan ordularıyla doğuya yönelip, Avusturya ordusuyla birlikte Rus ordusunu vurmak istiyorlar. Pek güzel! Fakat bu defa, Rus ordusu geriye, doğuya çekilmeye başlarsa ve bu orduyu yakalayıp ezmek mümkün olmazsa ve diğer taraftan Fransız ordusu mukavemet için yardım talebine mecbur olursa bu defa gene doğuda Ruslara karşı bir müdafaa kuvveti bırakıp batıya mı yönelinecek?! Ve böyle mekik gibi, bir doğuya bir batıya gide gele Alman ordusunun hali nice olur?

Atatürk’ün 1914 Aralık’ta Sofya’dan çocukluk ve silah arkadaşı Salih (Bozok) Bey’e yazdığı mektuptan:

Biz hedefimizi tayin etmeden umumi seferberlik ilan ettik. Bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı bir tarafa mı, yoksa birçok tarafa mı vuracağız. Malum değildir. Koskoca bir orduyu uzun müddet hareketsiz, elde atıl bir vaziyette bulundurmak da çok zordur. Dolayısıyla sen de düşünecek olursan, vaziyetin ne kadar vahim olduğunu anlayabilirsin….Almanların vaziyeti hakkında askeri görüşe gelince: Ben Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına katiyen emin değilim. Gerçi bir sürat-i berkiye ile ahen kalelerini devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler (Gerçi bir şimşek hızıyla demir kaleleri devirip çiğneyerek Paris üzerine yürümektedirler) Fakat Ruslar da Karpatlar’a dayanmışlar ve Almanların müttefiki olan Avusturyalılara baskı yapmaktadırlar. Bu nedenle Almanlar bir kısım kuvvet ayırarak Avusturyalılara yardım etmek mecburiyetinde kalacaklardır. Bu defa Fransızlar kendi karşılarında bulunan Almanların kuvvet ayırdığını görerek karşı taarruza geçecekler ve Almanlara baskı yapacaklardır. Kendilerinin sıkıştırıldığını gören Almanlar, bu defa da Avusturyalılara gönderdikleri kuvvetleri çağırmak mecburiyeti karşısında bulunacaklardır ki, bu şekilde zikzakvari hareket edecek olan bir ordunun akıbeti pek feci ve vahim olacağından, ben bu harbin neticesinden emin olamıyorum”

Savaşın içinde olmak istiyor

Mustafa Kemal, Sofya’dayken Kasım 1914’te, Başkomutanlık Vekaleti’ne müracaat ederek cephede aktif bir göreve getirilmek istemiş, “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya Ateşemiliterliği’ni daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz” yanıtını almıştır. Bunun üzerine Mustafa Kemal, Aralık 1914’te Sofya’dan Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya bir doğrudan mektup yazarak cephede aktif görev alma isteğini yenilemiştir: “Vatanın müdafaasına ait faal vazifelerden daha mühim ve yüce bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde, ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ateşemiliterlik yapamam! Eğer birinci sınıf subay olmak liyakatinden mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.

General Patton’u hatırlatıyor

General Patton

George Smith Patton, Jr. (11 Kasım 1885 – 21 Aralık 1945) II. Dünya Savaşı’nda Amerikan Ordusu’nun önde gelen komutanlarından biriydi. Tanklarıyla II. Dünya Savaşı’nın kaderini değiştirdi. Patton’un en önemli özelliği reenkarnasyona inanmasıydı. Daha önce de dünyada yaşamış olduğunu Kartaca ordusunda ve Moskova önlerinde Napolyon ordusunda savaştığını hatırlıyordu. Savaşta bunalım geçiren bir eri azarladığı için Batı Avrupa’daki Müttefik kuvvetlerinin başkomutanı General Dwight David Eisenhower tarafından pasif göreve atandı. Halbuki Patton 2. Dünya savaşında önemli bir görev almak için tekrar dünyaya gelmiş olduğuna inanıyor ve bunun heyecanını  yaşıyor, aynen Mustafa Kemal gibi ısrarla görev istiyordu. Bu yüzden aracı olması için Amerikanın Avrupa’daki birliklerinin Komutanı olan General Omar Bradley’e yalvarmak zorunda bile kalmıştı.

Atatürk sözlü olarak da uyarıyor

Mustafa Kemal Sofya’da İstanbul’a döndüğünde, 1915 Ocak sonunda Harbiye Nazırlığı’nda Asım (Gündüz) ve Ali İhsan (Sabis) Beyleri ziyareti sırasında şunları söyler:

– “Yahu! Ne yapıyoruz? Allah aşkına bu memleketi hiç düşünmüyor musunuz? Bu adamı hiç ikaz etmediniz mi? Bu şekilde savaşa katılmanın fayda sağlamayacağını anlatmadınız mı?

Mustafa Kemal’in ‘bu adam’ dediği Enver Paşa idi. Enver Paşa’dan randevu alır ve görüşür. Ancak, Enver Paşa’nın yanından çok sinirli ve yanakları al al olmuş bir şekilde çıkar. Enver Paşa’dan anlayışsızlık gördüğü belli olur. Tekrar Asım ve Ali İhsan Beylerin yanına dönünce:

“- Ben vazifemi yaptım. Vicdanen müsterihim. Ama bu adam laf anlar soyundan değil. Bir Napolyon olmak hevesinde” der.

Mustafa Kemal kâğıt ister. Sonra masaya oturur ve savaşa katılmanın doğuracağı kötü sonuçları uzun uzun yazar ve Harbiye Nezareti’ne rapor olarak verir.  Bunlar vatandan uzak kalmış genç bir Türk yarbayın analiz ve önceden seziş gücü ve öngörüleridir.

Atatürk çok iyi bir kitap okuyucusuydu. İncelediği 4289 kitap arasında Leone Caetani’nin İslam Tarihi ciltlerinde; “Tarih ilerisini göremeyenler için acımasızdır.” cümlesinin altını kırmızı kalemle çizmişti ve yanına da çok önemli olduğunu belirtmek için ikişer çarpı işareti koymuştu.  Cümle “ihtiyat” (ileriyi düşünme, ileriyi düşünerek davranma) ve “tedbir” (bir işin sonunu düşünerek başarısını sağlama çaresine başvurma) hakkında idi…

Çanakkale’de kendisinin ve dünyanın kaderini belirliyor 

Yarbay Mustafa Kemal Çanakkale’ye gelir. Cephedeki Osmanlı 5. Ordusunun başında Esat Paşa vardır. Mustafa Kemal ve diğer Türk Komutanları düşmanın çıkarma yapacağını tahmin ettikleri Kocadere, Seddülbahir hattı boyunca siperler kazıp tahkimatlar yapıp önlemlerini alırlar. 26 Mart 1915’de Cephedeki Osmanlı 5. Ordusunun başına Alman Liman von Sanders getirilir. Liman Paşa Türk Komutanların aldıkları önlemleri bozdurup bu bölgede sadece kıyıda gözcü Türk taburu bıraktırır, arkada epey uzakta Osmanlı ordusunun geri kalan tek tümenini ihtiyat olarak tutar.

Öte yandan 18 Mart Deniz savaşını kaybeden güçlü ve mağrur İngiliz Ordusu Ian Hamilton komutasında Çanakkale Boğazı çevresine 75 bin kişilik bir kuvvet  çıkarmaya hazırlanmaktadır. Liman Paşa elindeki tümenleri, biri dışında İngilizlerin çıkarma yapacağını tahmin ettiği Saros Körfezi tarafına yerleştirir.

Kemalyeri Gelibolu

Kemalyeri – Gelibolu

25 Nisan 1915’te İngilizler yarımadanın güneyinde Gelibolu’nun Arıburnu ve Seddülbahir bölgesine çıkarma yaptılar. Orada Liman Paşa sadece kıyıya gözcü Türk taburu koydurmuş, arkada epey uzakta Osmanlı ordusunun geri kalan tek tümenini ihtiyat olarak tutmuştu. O tümenin komutanı Yarbay Mustafa Kemal düşman çıkarmasını haber aldı. Liman Paşa ise, İngilizlerin kandırmaca manevralarına aldanıp çok uzaklarda yarımadanın kuzeyinde, en dar yerinde maiyetiyle birlikte Bolayır’daydı. Mustafa Kemal Liman Paşa ile temas kuramadı ve  emir almayı beklemeden kuvvetlerini harekete geçirdi. Düşman kuvvetleri, sonradan Kemalyeri adı verilen yere kadar ilerlediler. Yarbay Mustafa Kemal birliklerine kendisi yol bularak Kocaçimen tepesine ulaştı. Düşman ne yapacağına karar verinceye kadar 57. Alayı Conkbayırı’na yetişti. Düşman çıktığı kumsala geri püskürtüldü.

 

Kazandığı başarılar üzerine Liman Paşa bütün kuvvetleri onun komutasına verdi,  Mustafa Kemal yenilmez olarak kabul edilen İngilizleri yenerek cepheye geldikten beş hafta sonra 1 Haziran 1915’te albay, 1 Nisan 1916’da paşa rütbelerine terfi edildi, Anafartalar Kahramanı ünvanını, Gümüş İmtiyaz Madalyası, Altın ve Gümüş Liyakat Madalyaları, Alman Demir Haç madalyası aldı.

O zamana kadar Türkleri hor gören İngilizler Gallipoli’yi unutmadılar. Hamilton çekip giderken son raporunu “Karşımızdaki ordu, kahramanca dövüşen ve mükemmel yönetilen asıl Türk ordusudur” diye bitiriyordu. İngiliz resmi tarihçisinin deyişiyle: “Tek bir tümen komutanının üç ayrı sefer de kazandığı başarıların, sadece bir savaşın gidişi üzerinde değil, bütün bir seferin akıbeti ve hatta bir milletin kaderi üzerinde bu derece derin bir etki bırakması, tarihte eşi çok az görülmüş bir olaydı.AYRINTILARI OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Şehit olacaklarını anlamıştı

Mustafa Kemal, 25 Nisan 1915’de Arıburnu kuvvetleri komutanı olarak 57. Alay’a verdiği emirde şöyle diyordu:

Ben size taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zamanda yerimizi başka kuvvetler alabilir.

Gerçekten de 57. Alayın önemli bölümü şehit oldu. Mustafa Kemal bunu önceden görmüş ve deklare etmişti. Not: 57. Alay ile ilgili ayrıntılı yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

Çanakkale’de korunmakta, kollanmakta olduğundan emin 

Bir keresinde yeni kazılmış bir siperin dışında oturuyordu. Bir İngiliz bataryası sipere ateş açtı. Toplar menzili buldukça, şarapneller gitgide daha yakına düşmeye başladı; vurulması matematiksel olarak kesindi. Kurmayları sipere girmesi için yalvarmaya başladılar. ‘Hayır’, dedi. Saklanmak adamlarım için kötü bir örnek olacaktır.’ İlgisiz ve soğukkanlı bir tavırla kurmaylarıyla konuşurken, bir sigara yakıp, gayet sakin onu içti. Bu arada aşağıda siperin güvenliği altında duran adamları, büyülenmiş gibi onu seyrediyorlardı. Düşman topları bir başka hedefe yöneldiler. patlayan şarapnellerin tozlarına bulanmış olsa da, Mustafa Kemal’e yine bir şey olmamıştı.

Bir başka olay da, Gelibolu’ya dönerken bir İngiliz uçağı, bindiği otomobili baştan aşağı taradı. Bombalar arabanın önünde ve arkasında ki yolda patladı, bir tanesi de ön cama çarpıp şoförü öldürdü. Fakat Mustafa Kemal’e hiçbir şey olmadı.

Zaman zaman eline bir tüfek alıp siperden dışarıya uzanıyor, Avustralya siperlerindeki belirli bir hedefe dikkatli ve telaşsız birkaç atış yapıyordu. Açık alanlarda adamlarına cesaret vermek için yavaş yavaş hareket ediyor, kısa menzilde bile, düşman avcıları onu vurmayı başaramıyorlardı.

Kesinlikle ve tümüyle hiçbir kurşunun ona rastlamayacağına inanmıştı. Bu inanç, ona olağanüstü bir korkusuzluk aşılamaktaydı.”

Tekrar tekrar ateş altına girmekten geri durmuyordu. kendini hiç sakınmıyor; adamlarının karşı karşıya kaldığı tehlikeleri onlarla paylaşıyor, ama çevresindeki tüm adamlar öldüğü halde ona hiçbir şey olmuyordu.

(Anlatan: Atatürk’e “ağır hakaretler” içerdiği için bir dönemler yasaklanan “Bozkurt” adlı kitabın yazarı H. C. Armstrong)

Kader yazan görünmez güç

Düşünelim, Mustafa Kemal Sofya’da bırakılsaydı, savaşta görev alma isteği yerine getirilmeseydi, Liman Paşa Çanakkale’ye gelmeseydi vb. Mustafa Kemal’in kaderi ne şekil alırdı? Düşman Çanakkaleyi geçip İstanbul’a girseydi Osmanlı daha o zaman teslim olurdu. Düşman Karadeniz’den Rusya’ya yardıma gidebilseydi Rusya’da Bolşevik devrimi olmazdı. Bolşevik Devrimi olmasa ileride Soğuk Savaş olmazdı v.b

Dünyanın 1915 yılından sonraki kaderi Çanakkale’de, onu durduran Mehmetçiği yöneten Atatürk tarafından oluşturulmuştu. Ya Atatürk’ün kaderi? Çanakkale kahramanı olmasaydı Milli Mücadele’yi başlatırken subay, asker, mebus, bürokrat, halk onun peşinden gelir miydi?

Çanakkale savaşında 19 yıl sonraki dil devrimini çalışıyor

Atatürk sürekli kitaplar okurdu. Okuduğu kitapların kenarına notlar alırdı. Gelibolu’da okuduğu kitaplardan biri de “Yakut Türkçesi Sözlüğü” idi. Okumakla kalmıyor, sözlük kenarına el yazısıyla notlar da alıyordu. Çanakkale savaşın en şiddetli zamanında savaşın, dolayısıyla dünyanın kaderini değiştirecek ortamda 34 yaşında bir subay böyle bir sözlüğü neden okur?  Akla yakın tek açıklama şu: Bunlar ilerde yapacağı dil devrimine hazırlık çalışmalarıydı. İnanmayan Anıtkabir Müzesi’ne gidebilir söz konusu sözlükleri (iki adettir küçüğü 1 cilt, Meydan Larousse cildi kadar, ikincisi 12 cilttir). Bütün kitaplarında olduğu gibi kenarlarında Atatürk’ün notlarını görebilir. Yıllar sonra Yakutistan’dan bir heyet de öyle yapmış, sözlüğü görmüş ülkelerine dönmüş kimse inanmadığı için ertesi yıl tekrar gelmiş ve  fotokopilerini istemiştir.

İsteyenler aşağıdaki linkleri tıklayıp bu sözlükleri PDF formatında indirip inceleyebilirler:

https://www.anitkabir.com.tr/Files/Kitaplar/Ataturkun-Okudugu-Kitaplar-Cilt-9.pdf

https://www.anitkabir.com.tr/Files/Kitaplar/Ataturkun-Okudugu-Kitaplar-Cilt-10.pdf

Nitekim Atatürk 1932 yılında Dil Kurumunu kurdurmuş bütün Türk lehçelerini içine alacak olan Büyük Türk Sözlüğü için de hazırlık yaptırmış, 1932, 1934  ve 1936’deki dil kurultaylarında Dil Kurumun genel yazmanları raporlarında sık sık bu iş hakkında bilgi vermişlerdir. Sözlük 1954 yılına tamamlanmıştır.

Atatürk işte böyle Atatürk olmuştur.

Defolup gideceklerini de görüyor

Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesinden sonra 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi. Haydarpaşa’dan Galata’ya geçmek için daha sonra adı ‘Kartal’ olacak bir istimbota bindi. Yanında yaveri Cevad (Abbas) vardı.  O sırada aralarında Yunan zırhlısı Averof’un da bu­lunduğu 61 parçalık işgal donanması da Marmara’dan İstanbul Boğazına girmek üzereydi. Atatürk düşman gemilerine baktı. Sanki zaman yolculuğuna çıkmış, geleceği  yaşıyor gibi bir dalgınlık içerisindeydi. Ve ağzından o ünlü Geldikleri gibi giderlersözleri dökülüverdi. Bu kısa, öz ama çok iddialı sözcükler Suriye cephesinden sonra bir süre kaldığı Antep’te ve Adana’daki tasarlamalarının yansımasıydı.

Kartal istimbotu

Kartal İstimbotu

Sorumluluktan kaçmıyor tersine sorumluluk istiyor

Mustafa Kemal’in üst düzey görevlere talip olduğu bilinmektedir. Dünyaya 100 yılda bir gelebilecek böyle bir dahinin kendisinden üst makamlarda kapasitesiz insanları görmeye tahammül edememesi ve o görevleri daha iyi yerine getireceği inancıyla büyük cesaretle talip olması gayet normaldir. Vahdettinden de üst düzey görev istediği tahmin etmek zor değildir. Bu konuda yazılı belgeler yoktur ancak çevresindeki insanların hatıralarından durum gayet iyi anlaşılmaktadır.

En üst düzeylerde sorumluluk üstlenmek istemek, göreve talip olmak ülke ve ordular o kadar berbat vaziyette iken büyük cesaret isterdi.  O da Mustafa Kemal’de fazlasıyla vardı.

Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Yunus Nadi ile yaptığı bir sohbette, Mütareke döneminde Ahmet İzzet Paşa’nın oluşturacağı hükümette kendisine Harbiye Nazırlığı’nın verilmesi için çektiği telgraftan bahsederken “Kendisi bunu mansıp (rütbe, mevki) hırsı ile yorumlamış. Halbuki ben adamlarımızı biliyordum. Orada memlekette yapılacak hizmeti, en büyük salahiyetle ancak ben yapabilirdim. Eğer ben o kabinede bulunsaydım, işi daha İstanbul’un eşiğindeyken hallederdim...” diyerek, kendine olan aşırı güvenini anlatmış. Bu güven öylesine büyüktü ki, gelecekte, kendisine muhalefet eden herkesi teker teker saf dışı etmesinde hiçbir yanlışlık görmeyecekti.

Strateji yolun yarısı

Briç oyununda bir söz vardır: “İyi bir tasnif yolun yarısıdır” diye. Tasnif: Her elde kağıtlar karılır (karıştırılır) oyunculara yeniden dağıtılır, her bir oyuncu 13 kağıdı eline aldıktan sonra sıraya koyar, puanlandırma, değerlendirme yapar ve stratejisini belirler.

Atatürk, vatanı kurtarmak için neler yapılması gerektiğini İstanbul’da 6 ay kaldığı sürede, 1. Dünya Savaşı’nda beraber olduğu kurmaylara, Rauf (Orbay), Ali Fethi (Okyar), Ali Fuat (Cebesoy), Kazım (Karabekir), Fevzi (Çakmak), Refet (Bele) ve İsmet (İnönü) Beylere anlattı, yol haritasını çizdi. Milli Mücadele’nin başına geçecek ekip oluşmuş, strateji kabul edilmişti. Planın ikinci aşamasına yani Anadolu’ya geçip örgütlenmeyi yurt çapına yaymaya geçilecekti.

Kozmik plan/Ulu güç Türk milletine bir şans daha veriyordu.

İtilaf devletlerinin savaşmayacağını biliyor

4 Şubat 1919’da M. Kemal Paşa Şişli’deki evinde Alemdar gazetesinin yazarlarından Refii Cevat (Ulunay) ile görüştü. Refii Cevat bu görüşmeyi şöyle aktarır:
Sorularımı bitirip veda etmek üzere ayağa kalktığımda dedi ki:
Biraz daha oturunuz lütfen.
Oturdum. Şöyle bir konuşma geçti aramızda
Soracağınız sorular bitti mi?
Bitti Paşam.
Bu vatan içine düştüğü bu felaketten nasıl kurtarılır,  istiklaline nasıl kavuşturulur? Diye bir soru sormanızı beklerdim.
Af buyurunuz Paşa hazretleri, bugün içinde bulunduğumuz bu şartlardan bu vatanın kurtulmasını en uzak ihtimalle dahi mümkün görmediğim için böyle bir soru sormadım.
Siz gene de böyle bir soru sormuş olunuz, ben de cevabımı vereyim, fakat yazmamak şartıyla.
Zat-ı alinizi dinliyorum Paşa hazretleri.
Bakınız Cevat Beyefendi, sizin imkansız gördüğünüz kurtuluş yolları vardır. Bu gün herhangi bir teşkilatçı Anadolu’ya geçer de milleti silahlı bir direnişe hazırlarsa bu yurt kurtulabilir.
Heyecanlanmıştım. I. Dünya Savaşı süresince gücümüzü öylesine tüketmiştik ki elimizde hiçbir şey kalmamıştı. Harplerden sağ kalanların ise ayakta duracak halleri yoktu.
– Nasıl olur Paşam! Diye yerimden fırladım. Paşa sakindi:
Aklınızdan geçenleri tahmin ediyorum, dedi; doğrudur. Görünüş tamamen aleyhimizde. Ama düşmanlarımız olan bu devletlerin bir de içyüzleri var.
– Nasıl Paşam.
Anlatayım. Siz sanıyor musunuz ki, savaşı kazanmakla müttefikler aralarındaki bütün sorunları çözmüşlerdir. Aralarındaki asıl rekabet şimdi başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan Fransızlarla İngilizleri ortak düşman tehlikesi birleştirdi. Şimdi o eski rekabet bıraktıkları yerden tekrar başlayacaktır. İtalya’nın da başı dertte. Onlar da her an bir iç karışıklık yaşayabilirler. Sonuçta, Anadolu’da başlayacak bir milli direnişle hiçbiri mücadele edecek durumda değildir. Böyle bir mücadelenin tam sırasıdır.
Paşam, milli direniş, Güzel. Ama neyle? Hangi askerle, hangi silahla, hangi parayla? Maalesef Paşam, kupkuru bir çölden farksız oldu bu güzel vatanımız.
Öyle görünür Refii Cevat Bey, öyle görünür. Ama çölden bir hayat çıkarmak lazımdır. Çöl sanılan bu alemde saklı ve kuvvetli hayat vardır. O, Türk milletidir. Eksik olan şey teşkilattır. Bu teşkilat organize edilebilirse vatan da millet de kurtulur.
Mustafa Kemal’e veda ettim; matbaaya geldim. Ne kafam almıştı ne mantığım. Daha doğrusu anlattıkları bana deli saçması gibi gelmişti. Matbaada arkadaşlar anlat diyorlardı; neler söyledi? Anlattım:
– Şu sıralar Anadolu’ya geçilir, orada teşkilat kurulur, vatan bağımsızlığına kavuşur, millet de özgürlüğüne kavuşurmuş, anladınız mı arkadaşlar. Bu deli değil, zır deliymiş.
O günlerde, o şartlar içinde İstiklal Mücadelesi’ne atılıp Türkiye’yi kurtarmaktan söz edenlere karşı herkes benim gibi düşünürdü. O günlerde farklı düşünen tek adam oydu.”

Bu müthiş öngörü gerçekleşecekti

İtilaf Devletleri 1. Dünya Savaşından yorgun çıkmışlardı, doğrudan çatışmaya girmediler. İstanbul’u işgal eden İngilizler Trakya ve Batı Anadolu’da Yunan, Doğu Anadolu’da Ermeni-Taşnak, Marmara’da Padişah’ın Hilafet ordularını, Karadenizde Rum-Pontus çetelerini piyon olarak kullandılar.  Anadolu’da gerici isyanları çıkartarak Milli Mücadele’ye darbe indirmeye çalıştılar.

İtalyanlar, Ege Adaları konusunda anlaşmazlık içerisinde oldukları Yunanistan’ın İzmir’e asker çıkarıp Anadolu içlerine ilerlemesinden hoşlanmadılar. Ankara Hükûmeti ile anlaşma imzalayıp Antalya ve Konya’dan çekildiler. Antep ve Maraş direnişlerinde yıpranan Fransızlar Ankara Hükûmeti ile anlaşma yaparak Güney Anadolu’dan, çekildiler. Fransız ve İtalyanlar getirdikleri bütün silah ve cephaneyi Ankara Hükûmetine sattılar. Güney Cephesindeki faaliyetler durduruldu, o cepheden de Afyon cephesine kuvvetlerin, mühimmatın sevkedilme imkanı doğdu.

İstanbul ve Marmara’daki İngiliz İşgal Ordusu Komutanı Harrington, Başbakanı Lloyd George’un emrini dinlemeyerek Çanakkale’ye yürüyen Türk Ordusuna müdahale etmedi, İngiltere’nin dominyonları İngiliz Başbakanın istediği askerleri göndermedi, İstanbul’da bulunan Fransız ve İtalyan birlikleri de çatışmaya girmek istemediler. Rezil olan Lloyd George bunun üzerine istifa etmek zorunda kaldı. İtilaf Devletleri Mudanya’da Ankara ile anlaşma masasına oturdular.

(Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Sadi Borak, Kuleli Dergisi, 1996/1, Sayfa: 1-2)

Anadolu yolu önüne açılıveriyor

Mücadelenin İstanbul’dan sürdürülemeyeceği  Anadolu’ya geçilmesini gerektiğine karar verilmişti. Ama hangi yolla geçilecekti? İşgal ordusu Anadolu’ya geçişleri sıkı kontrol ediyordu.

O sıralarda  sayıları 6-7 bini bulan ilerde 25 bin olacak Rum çeteleri silahlanarak Müslümanlara karşı Samsun, Amasya ve Tokat çevresinde saldırmaya başlamışlar, karşılığında Türkler de organize olup kendilerini savunmaya çalışıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya geçmesi yeterli değildi. Kuvay-ı Milliye denilen bu dağınık durumdaki direnişleri tek çatı altında toplayacak geniş yetkilere de sahip olmalıydı.

İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, 21 Nisan 1919’da İstanbul Saray Hükûmeti’ne:
1- Erzurum, Erzincan, Bayburt, Sivas yörelerindeki ordunun terhis ve silahlarının toplanması işi yavaş gitmektedir.
2- Bu yörelerde Kars’ta olduğu gibi baştanbaşa şuralar kurulmuştur.
3- Bu şuralar, ordunun denetimi altında asker toplamaktadır. Bu gelişmeler bölgede yaşayan halkı rahatsız etmektedir.
4- Bu duruma derhal son verilmezse, işler ciddiyet kazanacaktır.
5- Şuraların asker toplamalarının engellenmesi için derhal talimat verilmelidir.
içerikli bir nota verdi. Sadrazam Damat Ferit isteklerini yerine getirmek için Samsun’a bir “umumi müfettiş” göndermeye karar verdi.

Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’de kazandığı ün Padişah Vahdettin’in dikkatini çekmiş Onu nişan ile ödüllendirmişti. Ayrıca Almanları sevmediği, yurt dışına kaçan Enver Paşa ve İttihatçılarla arasının iyi olmadığını da biliniyordu. Vahdettin Mustafa Kemal ile görüşmeler yaptı, sonunda 30 Nisan 1919’da onu umumi müfettiş (3. Ordu Müfettişi) olarak tayin etti. Kader Mustafa Kemal Paşa’ya istediğini veriyor, Anadolu yolunu böylece açıveriyordu.

Görevlendirmeye evet ama tam yetki de gerekli 

Anadolu’ya gitmek için fırsat arayan Mustafa Kemal Paşa aradığını bulmuştu ama bunu yeterli görmüyordu. Mustafa Kemal’in istediği, nerelere kadar emir vermeye yetkili olduğunun tadadi şekilde, ismen, paragraf paragraf yazılması yani görevlendirmeye ekleme yapılmasıydı. Bunun için Mustafa Kemal Paşa bizzat devreye girmesi gerektiğine karar verdi. Hemen Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşayı ziyarete gitti. Ama Fevzi Paşa yerinde değildi. Osmanlı Ordularını Filistin Cephesinde yenmiş, Kudüs’ü, Şam’ı ele geçirmiş İngiliz Generali Allenby’i İstanbul’da karşılamaya gitmesi emrini Harbiye Nazırından aldığı, ancak bunu yapmak istemediği için iki haftalık izne çıkmıştı. Yerine Kazım (İnanç) Paşa bakıyordu. O sırada Genel Kurmay 2. Başkanı olan Kazım (İnanç) Paşa (1881-1938) Diyarbakır doğumlu, Trablusgarp, Balkan Savaşı, 1. Dünya Savaşına katılmış, ilerde Kurtuluş Savaşı’na da aktif şekilde katılacak, Kolordu, Ordu Komutanlığı yapmış bir asker.

Gerisini Mustafa Kemal Paşa 1926 yılında Falih Rıfkı Atay’a anlatmış:

Dairede İkinci Başkan Diyarbakırlı Kazım Paşa ile karşılaştım. Kendisine Bakan Paşa’nın verdiği görevden bahsettim.
– Bilginiz var mı?
– Hayır,
– İşte ben sana veriyorum! Kapıları kapatır mısınız!

Mustafa Kemal Paşa, Kazım Paşa ile açık açık konuşarak bütün düşüncelerini anlatıyor:
Her ne sebep veya maksatla, beni İstanbul’dan uzaklaştırmak için vesile aramışlar ve bu memuriyeti bulmuşlar. Hemen kabul ettim. Ben zaten şu veya bu suretle Anadolu’ya geçmek fırsatı arıyordum. Mademki onlar teklif ettiler, fırsattan mümkün olduğu kadar istifade etmeliyiz!
– Ha… Zaten ordu müfettişlikleri meselesi var. Sen o tarafa ordu müfettişi unvanı ile gidebilirsin!
– Unvanın önemi yok, yalnız şimdi Harbiye Nazırı ile konuş, benden ne istiyorlar, tespit et, üst tarafını kendimiz yaparız.

Kazım Paşa hemen Harbiye Nazırı (Savaş Bakanının) yanına gidiyor.  Nazır Şakir Paşa Kazım Paşa’yı bilgilendiriyor:
Maksat, Samsun bölgesindeki Rumlara saldıran Türkleri cezalandırmak, sonra Anadolu’da birtakım milli kuruluşlar beliriyormuş, onları da ortadan kaldırmak… Mustafa Kemal’i bunun için yolluyoruz. Kendisine Sadrazam Paşa ile beraber bir yetki belgesi vereceğiz.”

Kazım Paşa odasına dönüp, bu konuşmayı Mustafa Kemal’e aktarıyor. Bu noktada tekrar Mustafa Kemal’in anlatımına dönelim:
– Çok güzel, dedim ve kapıların iyi kapalı olup olmadığına baktım.
– Yalnızız!
Onlar ne istiyorlarsa en çoğu ilave ederek bir talimatname kaleme alınız, yalnız bir iki noktayı ben not ettireyim!
– Peki!
Benim önem verdiğim yetki meselesi idi. Mümkün olduğu kadar Anadolu’nun her tarafına emir verebilmeliydim. İstediğim bir madde, Samsun’dan başlayarak bütün Doğu vilayetlerinde bulunan kuvvetlerin komutanı olmaklığım ve bu kuvvetlerin bulunduğu vilayetler valilerine doğrudan doğruya emir verebilmekliğimdi. Bir başka madde, bu bölge ile herhangi bir temasta bulunan askeri ve idari makamlara yazı ile duyurularda bulunabilmekliğimdi. Kazım Paşa’ya dedim ki:
– Onların arzularını bir araya topla. Fakat sonuna bu iki maddeyi ilave et!
Kazım Paşa yüzüme baktı.
– Bir şey mi yapacaksın?
– Kulağını bana uzat… Evet bir şey yapacağım. Bu maddeler olsa da olmasa da yapacağım!
– Vazifemizdir, çalışacağız.”
Dediğim gibi yazdığı talimatnameyi okudu. Sonra beni bırakarak, taslağı Harbiye Nazırı’na göstermek üzere odadan çıktı. Bilmem ne geçti, bu kadar az zamanda ne geçebilir, fakat Kazım Paşa’nın söylediğine göre Sadrazam Paşa talimatnameyi imzalamayacakmış. Şakir Paşa da imza koymaktan çekinmiş, ancak bu rahmetlide vicdani bir seziş olmak lazımdı ki, ‘imza edemem’ sözünden sonra ‘Mührümü basarım’ demiş.
– Mührünü basıyor mu?
– Evet, hatta bana mührünü verdi ve bas dedi!
O halde talimatnameye Mustafa Kemal Paşa gerek gördükçe ‘doğrudan doğruya Sadrazam Paşa (Başbakan) ile yazışma yapar, kaydını da ilave edelim
– İyi ama, Şakir Paşa’ya okuduğum taslakta bu kayıt yoktu.
Bununla beraber, Kazım Paşa böyle bir madde de ilave ederek yönerge taslağı beyaza çekildi, Şakir Paşa’nın makam mührü basıldı. İki kopya idi, birini cebime koydum. Ötekini de Kazım Paşa’ya vererek:
– Sen de dosyanda saklarsın.
Latifeli (şakacıklı) bir gülüşle:
– Paşa, beni torbaya mı sokuyorsun?
– Hayır, hayır, sana şimdi teşekkür ediyorum. Bir gün bunu hatırlarız.

Bunlardan ne Vahdettin’in, ne de Damat Ferit’in haberleri oluyor. Harbiye Nazırı Şakir Turgut Paşanın mührünün olduğu, imzasının olmadığı, Mustafa Kemal Paşa’nın hazırladığı 6 Mayıs 1919 tarihli talimatnameye göre “3. Ordu Müfettişi” Atatürk yalnızca “askeri” değil “mülki” yetkilere de sahip oluyor.
Talimatnamede Mustafa Kemal Paşa’nın görevleri ve yetkileri şu şekilde belirlenmişti:

a) Bölgedeki asayişin düzeltilmesi, asayişsizlik nedenlerinin belirlenmesi,
b) Silah ve cephanenin bir an önce toplattırılıp koruma altına alınması,
c) Şuralar varsa ve asker topluyorsa bunun kesinlikle engellenmesi, şuraların kapatılması,
d) 3. ve 15. kolorduların müfettişlik emrine verilmesi,
e) Atatürk, Müfettişlik bölgesi Trabzon, Erzurum, Sivas, Van, Erzincan ve Canik illerine gereken emirleri verebilecek, buralarla sınırı olan Diyarbakır, Bitlis, Mamuretülaziz, Ankara, Kastamonu illerindeki ordu komutanları da Atatürk’ün emirlerini dikkate alacaklardı.

Bu geniş yetkilerin kararname kapsamına alınmasında ne Padişah Vahdettin, ne sadrazam ne de bir başka adamı rol oynamışlardır. Mustafa Kemal, kafasında planladığı temel hedefi kararnameye koydurtmuştu. Böylece, Anadolu’ya geçince ilk aşamada, Anadolu’da orduları dağıtılmış, güçsüz ancak unvanları olan komutanlar ve sivil yöneticiler, vali ve mutasarrıflarla yasal olarak ilişki kuracak konuma geçmiş oluyordu. Mustafa Kemal’in amacı da buydu. Anadolu’yu örgütleyebilmesi, milli heyecan bir amaca yönlendirebilmesi için ilk aşamada böylesi bir yetkiye gereksinmesi vardı. Zira o sırada  terhis edilmemiş ve Anadolu’ya dağıtılmış 50 bin asker bulunmaktaydı:
* Birer fırkaları Hasankale, Beyazıt, Erzurum, Trabzon’da, başında Erzurum’da Kazım (Karabekir) Paşanın olduğu 15 bin mevcutlu 15. kolordu,
* Bir fırkası Ankara’da, bir fırkası Niğde’de olan merkezi Ankara’da Ali Fuat (Cebesoy) Paşanın komutasında 20. Kolordu,
* Merkezi Sivas’ta olan Komutanı gizlice Bandırma gemisine binip Atatürk ile Samsun’a çıkan Miralay Refet (Bele) komutasında, 1 fırkası Amasya, bir fırkası Samsun’da olan 3. Kolordu,
* 1 fırkası Konya’da, 1 fırkası Afyon’da, 1. fırkası Denizli’de olan 12. Kolordu,
* İzmit’te, Balıkesir’de, Bursa’da birer fırka,
* 1 fırkası Siirt’te diğeri Mardin’de merkezi Diyarbakır olan 13. Kolordu,
* Anadolu’ya serpiştirilmiş sadece tabanca tüfek kullanıyor olsalar silahlı bir çok jandarma karakolları.

Mustafa Kemal Paşa aldığı bu yetkiyle kendisi için çok önemli olan Anadolu’daki bütün bu birliklere istediği emirleri verebilecekti.

Atatürk, Nutuk’ta  “Samsun’a gidiş” konusunu anlatıyor: Onlar bu yetkiyi bana bilerek ve anlayarak vermediler, ne pahasına olursa olsun benim İstanbul’dan uzaklaşmamı isteyenlerin buldukları gerekçe ‘Samsun ve dolaylarındaki güvenlik olaylarını yerinde görüp tedbir almak üzere Samsun’a kadar gitmem idi. Ben bu görevin yerine getirilmesinin bir makam ve yetki sahibi olmaya bağlı bulunduğunu ileri sürdüm. Bunda hiçbir sakınca görmediler. O tarihte genelkurmayda bulunan ve benim maksadımı bir dereceye kadar sezmiş olan kimselerle görüştüm. Müfettişlik görevini buldular. Yetki konusu ile ilgili emri de ben kendim yazdırdım. Hatta Harbiye Nazırı olan Şakir Paşa, bu talimatı okuduktan sonra imzalamaya çekinmiş, anlaşılır, anlaşılmaz bir biçimde mührünü basmıştır.

Bütün bunlar Atatürk’ün hayatında meydana gelen akla hayale gelmeyecek olaylardan sadece küçük bir bölümü oluşturuyor. İnsanlar onun karşısında büyüleniyor, ezilip büzülüyor, ondan etkileniyorlar, ne gerekiyorsa onu yapıyorlar. Daha doğrusu kader onlardan ne istiyorsa onu yapıyorlar, hiç yapamayacakları, yapmamaları gereken şeyleri yapıyorlar. Ve her zaman önüne bir kapı açılıveriyor.

İngilizler Onu izliyor

İstanbul’da bulunan İngiltere Yüksek Komiserliği, istihbarat memurları ve ordu komutanları istihbarat topluyor ve derledikleri bilgileri Londra’daki Savaş Bakanlığı ile Dışişleri Bakanlığı’na yolluyorlardı.  Raporlarda, o dönem Türkiye’de bulunan İngiliz yetkililerin, Anadolu’da henüz yeni yeni örgütlenmeye başlayan milli mücadelenin halkın desteğini toplamaya başladığı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini belirleyecek olan anlaşmanın ağır şartlar dayatması halinde silahlı mücadeleye geçebileceği uyarıları yapılıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’da görüşmeler yaptığından da haberdarlardı.

Mustafa Kemal’in görevlendirilmesinin ardından İstihbarat subayı Binbaşı Brian Wright, Londra’ya gönderdiği 2 Mayıs 1919 tarihli telgrafta, “Türk ordusunun sicili en parlak generali müfettiş olarak Küçük Asya’ya (Anadolu) gidiyor. Bu asker daha yarbay iken Çanakkale’de koskoca müttefik ordularını yendi. İstanbul’da yaptığı gizli görüşmeler hayra alamet değil. Bir an önce tutuklanmasından yanayım” diyerek İngiliz Hükümetini uyarmıştır.

Binbaşı Wright’a 6 Mayıs 1919’da, İngiliz Savaş Bakanlığı’ndan gelen Murray kodlu 215/TY/51919 sayılı yanıtta, “Türk generalin padişahın emrinden çıkması mümkün değildir. İngiliz işgal kuvvetleri temsilciliklerinin bulunduğu Anadolu’da, sorun yaratması da mümkün gözükmemektedir. Hiç şansı yok. Darmadağın olmuş Türkleri ne o ne de başka bir güç artık toparlayamaz” denilmektedir.

Gelen yanıttan tatmin olmayan Binbaşı Brian Wright, 11 Mayıs 1919’da, Londra’ya gönderdiği yeni telgrafında İngiliz Hükümetini şu sözlerle uyarmaktadır: “Hindistan’da, Afrika’da görev yapmış deneyimli bir istihbaratçı olarak söylüyorum, kariyerindeki büyük başarılar Mustafa Kemal’in herhangi bir subay olmadığını gösteriyor. Şansı yok yorumunuza katılmıyorum. Atasözümüz ‘Şans, cesur olanı kollar’ der. O cesaretini Çanakkale’de kanıtladı. Her haliyle farklı olan general sanki içinde bir lider gizliyor. İngiltere’nin başına çok büyük dertler açabilir. Padişah emri dinleyecek biri ise asla değil. Bu adamın adı, Anadolu’daki Türkler arasında bir efsane gibi yayılıyor. Padişah ve halife yanlıları, birçok Türk subayın, Küçük Asya’nın (Anadolu) birçok noktasına dağılıp Mustafa Kemal’i bekledikleri bilgisini bize ulaştırıyor. Generalin İstanbul’dan ayrılmasına izin vermek kesinlikle hata olur.”

İngilizlerin basireti bağlanıyor

Ancak Londra aymazlık içerisinde bu raporları ciddiye almıyor. Buna rağmen İstanbul’daki İngiliz istihbaratçılar Mustafa Kemal’i izlemekten vazgeçmiyorlar.

Samsun’a giderken Şişli’deki evinde annesi ve kız kardeşiyle vedalaşan Mustafa Kemal Paşa, yola çıkışındaki bu kritik saatleri şöyle anlatmıştır:

Otomobil kapı önünde idi. … Tam o sırada gelerek beni büroma götüren bir dostum (Rauf Orbay), aldığı bir habere göre, benim ya hareketime müsaade edilmeyeceğini, yahut, vapurun Karadeniz’de batırılacağını söyledi. Yıldırımla vurulmuşa döndüm. Daha sonra vaktiyle uzun müddet yanımda çalışan bir erkanıharp (kurmay) da gelerek, maiyetinde çalıştığı bir damattan aynı şeyleri öğrendiğini bildirdi.

Bir an yalnız kaldım ve düşündüm. Bu dakikada düşmanların elinde idim. Bana her istediklerini yapamazlar mıydı? Beynimden bir şimşek geçti: Tutabilirler, sürebilirler, fakat öldürmek! Bunun için beni Karadeniz’in coşkun dalgaları arasında yakalamak lazımdır. Bu ihtimal mantıklı idi. Ancak artık benim için yakalanmak, hapsolmak, sürülmek, düşündüklerimi yapmaktan men edilmek, hepsi ölmekle eşit idi. Hemen karar verdim, otomobile atlayarak Galata Rıhtımı’na geldim.

16 Mayıs 1919’da Samsun’a doğru yola çıkmadan önce, İngilizlerin Bandırma Vapuru’nda silah aramaları ve birşey bulamamalarının ardından, Mustafa Kemal şöyle der:Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız madde! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne de cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz”.

Atatürk, gece Bandırma vapuru kaptanınaDüşman devletlerinin herhangi bir vasıtasının gadrine uğramamak için sahile yakın bir rota tutunuz! Şayet kesin tehlike görürseniz gemiyi karaya, en yakın sahile oturtunuz!direktifinde bulundu.

Sonunda İstanbul’daki İngiliz istihbaratçılar bir delil bulamayınca Londra’dan emir de alamadıkları için birşey yapmaya cesaret edemediler. Kader Atatürk’ten yana olmaya devam ediyordu.

Ata çok çalışır az uyurdu

Atatürk yüksek enerjisi sayesinde insanüstü bir çalışma temposu sürdürebiliyordu.  Akşam sofraları sohbetlerle geçer, sabaha kadar sürerdi. Atatürk’ün bünyesi de özeldi. Bir kere bile içki yüzünden kendinden geçtiği, taşkınlıklar yaptığı görülmemişti. Az uyurdu. İstanbul limanında demirli işgal donanma gemilerinin arasından geçerken, Mustafa Kemal Paşa’nın “Geldikleri gibi giderler!.” sözünü söylediği kişi olan yaveri Cevat Abbas Gürer’e göre daima dinç ve uyanık tutmaya çalıştığı asap ve enerjisi onu uyanık tutardı.

Aşçısı Mehmet (Yücel) Usta anlatıyor:
Devrimler sırasında o kadar çok çalıştı ki 36 saat masa başında kaldığını biliyorum.
Biz mutfakta çeşit çeşit yemekler hazırlardık. Yanına gidince kızıyordu:Bunları yemeyeceğim. Bana bir dilim ekmek verin yanında da ayran getirin. Ardından kahve yapın bana. Şimdilik bunlar kâfi. Diğer yemekleri yemeyi henüz hak etmedim’ derdi.
Çok alçak gönüllü idi. Bir gün öğlen saat 2 olmuştu ve Paşa hala öğlen yemeğine gelmemişti. Biraz sonra mutfağa geldi: ‘Mehmet Usta ben yol yapan amelelerle beraber yemek yedim adamların soğanlarını bitirdim sen onlara bir şeyler hazırla da götür’ dedi.
Paşam siz doymamışsınızdır, size de bir şeyler hazırlayayım dedim:
Amma da yaptın Mehmet Usta soğan, ekmek, zeytinden daha iyi yemek olur mu’ diye cevap verdi.

İngilizlerin suikast girişimleri

İstanbul Hükûmeti İngilizlerin baskısıyla 8 Haziran 1919’da Mustafa Kemal’i İstanbul’a geri çağırdı. Mustafa Kemal aldırmayınca, Amasya Genelgesini yayınlamasından sonra İstanbul’a tekrar geri çağrıldı ve yetkileri elinden alındı. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa 7-9 Temmuz 1919’da askerlik görevinden istifa etti. İstanbul Hükümeti Anadolu’ya tutuklanma emri verdi. Sivas Valisi Reşit Paşa emri yerine getirmeyi reddetti, Elazığ Valisi Kur. Alb. Ali Galip Bey önce İngiliz Binbaşısı Noel ve Kürt aşiret liderleriyle emri yerine getirmek için toplandıysa da üzerilerine asker gönderilmesi üzerine kaçmak zorunda kaldı.

Atatürk Erzurum’dayken, İngilizler’in onu ve silah arkadaşlarını Sivas’a geldiklerinde öldürmek için Sofi Ziya ve Ahmet Nuri ile birlikte yirmi kişiyi görevlendirdikleri haberi alındı.ata ing 1ata ing 2

Mustafa Kemal ve beraberindekilerin Erzurum’da topladıkları Kongreyi engelleyemeyen Damat Ferit Hükûmeti, yurdun bütünlüğü için kararlar alınacak olan Sivas Kongresini engellemek için Dahiliye Nazırı Adil Bey ve Harbiye Nazırı Süleyman Şefik Paşa’nın emriyle dönemin Elazığ Valisi Ali Galip’i görevlendirdi. O sıralarda İngiliz Binbaşısı Noel, Kürt önderleri Malatya Mutasarrıfı Bedirhanî Halil, Kamuran, Celâdet ve Ekrem Beylerle görüşüyordu. Görev emrini aldıktan üç gün sonra 6 Eylül’de Ali Galip de bu gruba katıldı. Yapılan toplantıda  Bedirhanî Halil’den 500 seçkin atlı hazırlamasını kararlaştırdılar.

Öteden beri bu girişimleri izleyen Mustafa Kemal, Kazım Karabekir ve Ali Fuat Paşalar, gelişmelerin Kürtleri ayaklandırmak ve Sivas Kongresini dağıtma amacı yanında Doğu illerinde asayişsizlik yaratacağı bölgenin işgaline zemin hazırlanacağı değerlendirmesini yaptılar ve Ali Galip ile beraberindekilerin Sivas üzerine yürümelerini beklemeksizin onların ele geçirilmeleri kararını aldılar. Elazığ, Diyarbakır, Siverek ve Aziziye’den bazı birlikler Malatya üzerine gönderildi. Bunun üzerine önce Noel ile Kamuran, Celadet ve Ekrem, arkasından Ali Galip ile Mutasarrıf Halil Kahta’ya doğru kaçıp, Bey Dağ’daki Reşvan Aşireti Başkanı Bedir Ağa’nın yanına sığındılar. Ali Galip kaçarken maliye veznesinden almış olduğu “Mustafa Kemal ve avenesinin tenkili (topluca ortadan kaldırılması) masarifine karşılık olmak üzere olbabdaki emrini tevfikan altı bin lira alınmıştır.” ibareli senedi de unutmuştu. Beydağ’da da yeni kuvvet toplama girişiminde bulunduğu anlaşılan Ali Galip üzerine kuvvet gönderilince bu defa Urfa’ya kaçtı, oradan da Noel’in çağrısı üzerine Halep’e gitti.

Sivas Valisi Reşid Paşa Mustafa Kemal Paşa’ya eğer Sivas’ta bir kongre yapılırsa, Sivas’ın işgal edileceğine dair bilgi aldığını telgrafla bildirdi. Mustafa Kemal Paşa bunun bir blöf olduğu yanıtını verdi. Bunun üzerine Reşit Paşa İstanbul’un emirleri yerine getirmeyip Sivas’ta kongre toplanmasına izin verdi.

29 Ağustos 1919’da Mustafa Kemal Paşa, Erzurum’dan Sivas’a doğru hareket etti. 4 Eylül 1919 – 11 Eylül 1919 tarihleri arasında gerçekleşen Sivas Kongresi’nden sonra Atatürk Ankara’ya gelip 23 Nisan 1920’de Meclisi açtı.

İngilizler Mayıs 1920’de Atatürk’ü öldürmek için hain bir plan yaptılar. Erzincan’dan İstanbul’a gelen tetikçi İngiliz general, Damat Ferit, Kürt Tealici Necmeddin ve Said Molla ile görüştü ve pazarlık başladı. Atatürk’e atılacak her bir kurşunun fiyatı belirlendi.

30 Eylül 1920 tarihli bir istihbarat belgesine göre ata ing ek8Atatürk ve arkadaşlarına suikast hazırlığında olan sadece İngilizler değil, tüm İtilaf devletleriydi.

ata ing ek8Tİngiliz casus Mustafa Sagir, Hindistan Müslümanlarının temsilcisi kılığında 1920 Aralık ayında Ankara’ya geldi ve büyük ilgi topladı. Ankara’da Mehmet Akif (Ersoy) ile samimiyet kurdu. Akif’in Taceddin Mahallesi’ndeki evine gidip gelmeye başladı. Akif’in evini posta adresi olarak vermişti. Mehmet Akif, Hindistan ve Mısır ve İstanbul’dan gelmekte olan çok sayıda mektuba hayret ediyordu. Bir gün bir mektubu yanlışlıkla yırttığında içinden boş bir kâğıt çıktığını gördü ve buna bir anlam veremedi. Diğer mektuplar da incelendiğinde hepsinde sadece biri iki satır yazı olduğu ve sayfanın geriye kalanının tamamen boş olduğu görüldü. O günün şartlarında kimyager Avni Refik Bey’in yaptığı laboratuvar incelemesi sonunda mektupların görünmez mürekkeple şifreli olarak yazıldığı anlaşıldı. Amacının Atatürk’ü de Afgan kralı gibi öldürmek olduğu Türk istihbaratınca ortaya çıktı. “Bu memleketin evladı değilim, vatana ihanetle suçlanamam. Ben Türklerin nimeti ile büyümedim. Beni İngilizler yetiştirdi. Siz yetiştirmiş olsaydınız size de aynı hizmeti yapardım.” şeklinde kendini savundu. Kütahya milletvekili Cevdet Barlas, Elazığ milletvekili Hüseyin Gökçelik, Cebelibereket milletvekili İhsan Eryavuz ve Gaziantep milletvekili Ali Kılıç’tan oluşan Ankara İstiklal Mahkemesi heyeti tarafından idama mahkûm edildi. 24 Mayıs 1921 tarihinde Ankara’da Karaoğlan Meydanı’nda (bugünkü Ulus Meydanı) idam cezası uygulandı.

Ne pahasına olursa olsun Milli Mücadeleyi bitirmek isteyen İngilizler yılmıyorlardı. Atatürk’ü öldürmek için 1921’de maaşlı bir suikast timi kurup Anadolu’ya gönderdiler. Tetikçilere 150, İstanbul’daki ailelerine 10.000 lira verildi. Kürt Zeki diye birisi de ayrıca gönderildi.

Atatürk’ten kurtulmak için işi sıkı tutan İngilizler Mevlüt Efendi adlı birisiyle, daha önce Anadolu’ya gönderdikleri maaşlı suikast timine para ve talimat gönderdiler.

İngilizler bizzat ünlü işgal istihbarat subayı John Godolphin Bennett’i Atatürk’ü öldürmekle görevlendiriyorlar. Buraya dikkat. Bennett kim? Hani şu ATATÜRK’E VİZE VEREN, “Atatürk İngilizlere yakındı, onu Samsun’a ben gönderdim” diyen İngiliz.ata ing ek16

İngilizlerden Atatürk’e yeni bir suikast girişimi daha geliyor. İstanbul’daki maaşlı İngiliz ajanı işbirlikçi polis müdürü Tahsin, hoca kılığındaki suikastçıları Anadolu’yagönderiyor.

İzmir Suikastı

Mustafa Kemal Paşa’ya 14 Haziran 1926 tarihinde, İzmir’de yapılması planlanan suikast girişimi hayata geçirilmeden engellenmiştir.

Plana göre İzmir’in Kemeraltı semtindeki kavşakta dönmek için yavaşlayacak olan Mustafa Kemal Paşa’nın otomobiline; Ziya Hurşit Bey’in kaldığı Gaffarzâde Oteli ve Gürcü Yusuf ile Laz İsmail’in bulunduğu otelin altındaki berber dükkânından ateş edilecek ve bomba atılacaktı. Bu sırada yan sokaktaki otomobilde bekleyecek olan Çopur Hilmi ve Giritli Şevki ile birlikte olay yerinden kaçılması ve daha sonra bir motorla Sakız Adası’na geçilmesi planlanmıştı. 14 Haziran günü İzmir Valisi Kâzım Bey tarafından Mustafa Kemal Paşa’ya çekilen telgraf sonrasında kendisinin İzmir’e seyahatini ertelemesi üzerine plan ortaya çıkarıldı. 15 Haziran 1926’da Giritli Şevki’nin İzmir Valiliğine yazdığı mektupta ise suikastın kimler tarafından düzenleneceği bilgisi yer aldı. Bir müddet sonra dört kişi yakalandı ve suçlarını itiraf ettiler.

Toplam yüz otuz bir sanık hakkında sorgulama yapılırken, bunların otuz dördü yargılamaya gerek kalmadan serbest bırakıldı. Yargılananlardan ondokuzu idam, yedisi sürgün, ikisi ise hapis cezasına çarptırıldı.

İlginç olan şu ki onca suikast planlamasından bir teki bile fiiliyata geçememişti.

Uçacağız Rauf

Sivas Kongresi’nden sonra Ankara’ya hareket eden Mustafa Kemal ve arkadaşları 25 Aralık 1919 gecesini Kırşehir Kaman’da geçirdiler. Günlerdir peynir ekmek yiyerek yolculuk yaptıkları için, konuk oldukları evde, önlerine tavuklu bulgur pilavı gelince hemen kaşıklara sarıldılar. Rauf Bey, Mustafa Kemal’in, önce tavuğun kanat parçalarını yemeye başladığını görünce:
– “Paşam, güzel etleri dururken neden kanatlarından başladınız?” diye sordu.
Yemesini sürdüren Mustafa Kemal cevap verdi:
– “Uçacağız da ondan Rauf!

Atatürk bir kez daha geleceği yani engelleri hızla aşacaklarını ve sonunda sevineceklerini yıllar önce görüyor ve “uçacağız” özetlemesiyle haber veriyordu.

(Nüktedan Atatürk. Süleyman Bulut. Pupa Yayınları 2010)

Tanrı İngilizleri bir kez daha şaşırtıyor

Atatürk, her zaman olduğu gibi Samsun’a çıkışından itibaren de askerden çok devlet adamlığı hüviyetini tercih ediyor. Ankara’ya gelişi ve yerleşmesi de kafasındaki yeni devlet hazırlığı planlamasının başlangıcını oluşturuyor.

O yıllarda Doğu’da Türk soylu halklar Çarlık Rus ordusunun çekilmesinden doğan otorite boşluğu ve kaos ortamında yerel örgütlenmeler, kongrelerle, Şuralarla oluşturmaktaydılar. Şura, Kur’an’da da adı geçen günümüz parlamento, millet meclisleri türü, o zamana göre demokratik denilebilecek örgütlenmeydi. 1918’de Ahıska Hükümet-i Muvakkatiyesi,  Aras Türk Hükûmeti ve Kars İslam Şurası Geçici Hükûmetleri Doğu’da bu tür ilk örgütlenmeler olmuştu. Bu örgütlenmeler ortak hareketle merkezi Kars olan Milli Şura Hükûmetini kurmuşlardı. Batum’dan Nahçıvan’a kadar olan arazilerde yaşayan Türk soylular 12 adet yerel Milli Şuralar (konsey) şeklinde örgütlenmelerle mücadeleyi devam ettiriyorlardı.

Mustafa Kemal Paşa da benzer yolu izledi. Erzurum Sivas Kongrelerinden sonra sıra Ankara’da meclis oluşturmaya gelmişti. Ama nasıl? Zira İstanbul’da zaten bir Meclis-i Mebusan vardı, üstelik başlarında Rauf Orbay olarak  yurtsever mebuslardan oluşuyordu. Nasıl yaparız, ederiz derken kilitlenmiş kapıyı yine İngilizler Meclis-i Mebusan’ı basarak, mebusları tutuklayarak sonuna kadar açıverdiler. Basiretleri bir kez daha bağlanan İngilizlerin akılsızlığı sayesinde Atatürk’ün Ankara’da Millet Meclisini toplaması için hiç bir engel kalmamıştı.

Atatürk’ün bastırdığı iç ayaklanmalar

11 Mayıs 1919 Ali Batı Olayı
20 Ağustos 1919 Ali Galip Olayı
27 Eylül 1919 Birinci Bozkır Ayaklanması
20 Ekim 1919 İkinci Bozkır Ayaklanması
20 Ekim 1919 Ahmet Anzavur’un Milli Mücadele aleyhinde birinci defa saldırtılması
26 Ekim 1919 Şeyh Eşref Ayaklanması (Hart Olayı)
28 Ekim 1919 Kızılkuyu Olayı
28 Ekim 1919 Apa Çarpışması
1 Kasım 1919 Dinek Çarpışması
15 Kasım 1919 Demirkapı Çarpışması
16 Şubat 1920 Ahmet Anzavur’un Milli Mücadele aleyhine ikinci defa saldırtılması
4 Nisan 1920 Ahmet Anzavur’un Gönen’e taarruzu
13 Nisan 1920 Birinci Düzce Ayaklanması
16 Nisan 1920 Çerkez Ethem kuvvetleriyle Ahmet Anzavur kuvvetlerinin Yahyaköy Çarpışması
18 Nisan 1920 Kuvayı İnzibatiyenin kurulması
19 Nisan 1920 Ahmet Anzavur’un Karabiga’dan İngiliz gemisiyle İstanbul’a kaçışı
25 Nisan 1920 Taraklı Çarpışması
8 Mayıs 1920 Ahmet Anzavur’un Adapazarı ve Geyve Harekâtı
8 Mayıs 1920 İkinci Düzce Ayaklanması
11 Mayıs 1920 Anadolu Fevkalâde Müfettişi Umumiliğinin işe başlaması
12/13 Mayıs 1920 Mudurnu Çarpışması
15 Mayıs 1920 Birinci Yozgat Ayaklanması
20 Mayıs 1920 Cemil Çeto Olayı
23 Mayıs 1920 Milli Mücadele kuvvetlerinin Kuvayı İnzibatiyeye taarruzu
25 Mayıs 1920 Zile Ayaklanması
27 Mayıs 1920 Sulusaray Olayı
1 Haziran 1920 Milli Aşireti Olayı
13 Haziran 1920 Yozgat’ın asiler tarafından işgali
14 Haziran 1920 Kuvayı İnzibatiye Tümeninin taarruzu
20 Haziran 1920 Çerkez Ethem kuvvetlerinin Ankara’dan Yozgat’a hareketi
21 Haziran 1920 Çopur Musa (Çivril) Olayı
27 Haziran 1920 Kula Olayı
20 Temmuz 1920 İnegöl Olayı
5 Eylül 1920 İkinci Yozgat Ayaklanması
8 Eylül 1920 Çengelhan Olayı
8 Eylül 1920 Nogaykızıközü Olayı
23 Eylül 1920 Ayvalıközü Çarpışması
25 Eylül 1920 Koyunculu Çarpışması
2 Ekim 1920 Konya Ayaklanması
6 Aralık 1920 Demirci Mehmet Efe Ayaklanması
7 Aralık 1920 Çerkez Ethem Ayaklanması
6 Mart 1921 Koçkiri Ayaklanması
… 1918 – 21 Kasım 1923 Aynacıoğlu Olayları
… 1918 – … 1923 Pontus Ayaklanmaları ve Olayları

Osmanlı’nın uşağı kardeş kanı döken hain Aznavur

İsyancılar bir ara Ankara’ya kadar gelmiş hatta Atatürk ve arkadaşlarının karargahı Ziraat Mektebine baskın düzenlemişlerdi. Ortada düzenli ordu yokken, asker-jandarma terhis edilmişken, silah, cephane, para yokken İngiliz parasıyla beslenip silahlandırılmış bu isyancıların hepsi ya öldürülmüş, ya yakalanıp mahkeme edilerek idam edilmişler ya da kaçıp Yunan’a sığınmışlardır.

Yoklarla savaş kazanma mucizesi

Önce sözü İstiklal Savaşı Gazisi Yakup Dede’ye bırakalım:
Askerin üstünü başını görseniz ağlardınız. Ağustos ayı. Hava kavurucu sıcak. Otlar iyice kavrulmuş, cayır cayır yanıyor. Ayağımız çıplak. Yanan otları ayağımızla söndürüyor, oraya çöküp düşmana ateş ediyoruz. Sivrihisar’a yakın bir yerde mola verdik. Gece gizlice kasabaya gittim, zifiri karanlık. Bir evi fener ışığı aydınlatıyor. Evin kapısını çaldım. Kapıyı açıp açmamakta tereddüt etti. ‘Korkma, ben Mustafa Kemal’in askeriyim. Ayağımda ayakkabı yok. Parasını vereyim, ayağıma giyecek bir şeyler ver’ dedim. Tesadüf, orası yemenici dükkânıymış. Bana bir çift yemeni verdi. Sökülünce dikmem için de balmumu iple iğne de verdi. Hemen yemeniyi ayağıma sardım. O kadar rahat etti ki ayağım. Bana artık karada ölüm yok. Birliğime adeta uçarak gittim.”

Diyarbakır’da atla gezen Mustafa Kemal Paşa

Kurtuluş Savaşı sırasında askerlere giydirilecek 50 000 çift ayakkabı satın almak için para bulunmuş, fakat piyasada satın alınacak ayakkabı bulunamamıştı. Ayakkabı fabrikası veya büyük çapta üretim yapabilecek imalathane de olmadığından, sipariş bile verilememişti. Bu yüzden, çok şeyler her evden tek tek toplanmak zorundaydı. Bulunanlar çarıktan öteye geçmiyordu ki o bile yetersiz sayıdaydı.

Ordu yok dediler, KURULUR dedi.
Para yok dediler, BULUNUR dedi.
Düşman çok dediler, YENİLİR dedi.
Ve bütün dedikleri olacak, orduyu kuracak, parayı bulacak, düşmanı yenecekti.

İngilizlerin Kafkas Seddini yıkıyor

Kuzey Kafkasya’daki  Bolşevik karşıtı General Anton Denikin komutasında Beyaz  Ordu Osetya, Kabardey, Adigey ve Karaçay-Malkar bölgelerini işgal etmişti. Denikin’in hedefi Bakü petrolleriydi. İçerde karışıklıklarla boğuşan Lenin, Mart 1919 da 11. Kızıl Orduyu Denikin ile savaşmak üzere Kafkasya’ya sürdü. Denikin Mayıs 1919’da İngiliz General Thomson’un Hazar donanmasının da desteğiyle  Dağıstan’da Hasavyurt’u da ele geçirdi. Yeni hedef Bakü petrolleriydi.

16 Kasım 1918’de Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti Hükümetini temsilen Nesib Bey Yusufbeyli, Musa bey Rafiyev ve Ahmet Ağaoğlu, İran’da Hazar kıyısında İngiliz işgali altında olan Enzeli’ye giderek oradaki İngiliz Ordusu Komutanı General William M. Thomson’a İngilizlerin Bakü işgaline direnmeyecekleri güvencesini verdiler. Thomson bunu memnunlukla karşıladığını ifade etti.

Ertesi gün Çarlık Rus Generali Nikolai Baratov müfrezesi dahil olmak üzere Thomson’un komutasındaki 5000 kişilik İngiliz ordusu hiçbir direnişle karşılaşmadan Bakü’yü işgal etti. İşgal ordusunu Azerbaycan Hükûmetinin İçişleri Bakanı Behbud Han Cevanşir ile Dışişleri Bakanı Adil Han Ziyadhanov karşıladılar.

İngilizlerin oluşturduğu Kafkas seddi

General Thomson kendisini Bakü valisi olarak atadı ve sıkıyönetim ilan etti.  Cumhurbaşkanı Mehmet Emin Resulzade’nin bir kere yükselen bir daha inmez dediği üç renkli, ay-yıldızlı Azerbaycan bayrağının kullanılmasını yasakladı. Petrol kuyularını işgal etti. Bakü petrolünü, İngiliz işgali altında olan Batum’a oradan da İngiltere’ye taşımaya başladı. İngiliz askerler yerleştikleri Bakü-Tiflis-Batum hattında Kafkas Seddini oluşturdular. Bu set Anadolu’nun Hazar ve Türkistan’daki Türklere bağlantısını kesiyordu.  ABD Başkanı Wilson ilkelerine göre kurulmasına karar verilen Ermenistan ve Kürdistan oluşumlarıyla seddin Orta Doğu ve İran petrollerine uzatılması planlanıyordu.

İngiliz Hükümeti General K.M. Davie’yi Erivan, Kars Vilayeti, Nahçıvan Bölgesi ve Borçalı’ya vali tayin etti. İngiliz subayları bu bölgelerde ve Bakü’de hoşlarına gitmeyenleri, hiç bir neden olmadan  istedikleri sürede hapiste tutuyor, Enzeli’ye sürgün ediyorlardı. İngilizlerden müsamaha ve destek gören Gürcüler ve özellikle Ermeniler Doğu Anadolu ve Azerbaycan’daki Türk kent ve köylerine saldırıyor, topraklarını ele geçiriyorlardı.

Bakü’nün işgali ile aynı tarihlerde çoğu İngiliz 3626 asker 167 gemiyle İstanbul’a geldiler. Bakü’de olduğu gibi İstanbul’u da işgal kuvvet komutanları yönetmeye başladılar. İtilaf Devletleri Anadolu’yu da işgale başladılar.

Azerbaycan’ın aksine Anadolu’da işgale karşı direniş başladı ve gittikçe büyüdü. Mustafa Kemal Paşa, Güney Kafkasya’da Denikin-Ermeni-İngiliz ya da Ermeni-İngiliz işbirliğinin başarıya ulaşmasının, Kürtleri de içerisine alarak Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın mahvına sebep olacağını öngörüyordu.

Bu arada Sovyetler Birliğinin İngilizlerin işgalindeki Bakü petrollerine mutlaka ihtiyaçları vardı. Kızıl Ordu Azerbaycan sınırına yaklaşmaktaydı. İngiliz işgalinin Azerbaycan halkına ekonomik hiçbir yararı olmadığı gibi Ermenilere toprak kaybına da engel olamıyordu. Muhalefetteki Azerbaycan Bolşevikleri bunlardan yararlanarak gittikçe güçleniyorlardı.

Atatürk’ün Ermeniler ve Gürcüler üzerine Doğu’da bulunan tek kolorduyla sınırlı harekat yapmaktan başka elinden birşey gelmesi mümkün değildi. Ayrıca Yunan ordusuna saldırabilmesi için bu kolorduya batıda şiddetle ihtiyacı vardı. Düşmanı İngilizlerin Azerbaycan’daki manda hakimiyeti ve Kafkas Seddi Türkiye’nin aleyhineydi.  Kızıl Ordu’nun Güney Kafkasya’ya hakim olmasıyla Kafkas Seddinin yıkılması ise Misak-ı Milli sınırlarını güvenceye alınması açısından Türkiye’nin lehineydi.

Bakü petrolleri ya İngilizlerin elinde kalacak ya da Rusların eline geçecekti. Bunun başka hiçbir alternatifi yoktu. Stalin ve Lenin’in kendilerine katılacak halkların demokratik haklara sahip olacakları sözünü verdikleri 24 Kasım 1917 deklarasyonuna güvenen Azerbaycan Parlamentosu 27 Nisan 1920’de tam bağımsızlık şartıyla Sovyet hakimiyeti tarafından yönetilmeyi kabul ederek Kızıl Ordu’yu Azerbaycan’a davet etti. İngiliz Ordusu, Kızılordu Azerbaycan’a girmeden önce, Azerbaycan’ı terketmek zorunda kaldı.

Sovyetlerin müdahale etmeyeceği öngörüsü

Kızıl Ordu Azerbaycan’dan sonra Ermenistan sınırına dayanmıştı. Sovyetlerin Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin, Ermenistan’da iktidarda olan Taşnakları Bolşevik Ermeniler aracılığıyla Sovyetler Birliğine katılmaya ikna etmeye çalışıyor, Van, Bitlis ve Muş vilayetlerini size bağlarız diye de ağızlarına bir parmak bal çalıyordu.

O sıralarda Bakü petrollerini Ruslara kaptırmış olarak Kafkasya’da Ermeni ve Gürcülerle tutunmaya çalışan İngilizler ise Rusların bu hamlesine karşı Sevr Antlaşmasına, sınırları ABD Başkanı tarafından belirlenecek olan Büyük Ermenistan’ın kurulması maddesini koydurttular.

Buna karşı Moskova yeni bir hamle ile Taşnaklara Nahçıvan’ı kağıt üzerinde Ermenilere verdi, ayrıca, Gümrü-Şahtahtı-Culfa demiryollarını da Ermeni kontrolüne bıraktı.

İki taraflı şımartılan Taşnaklar ise Nahçıvan’daki savunmasız Türk köylerine saldırmaktaydılar. Yerel Milli Şura kuvvetleri saldırılara karşı koymaya çalışırken, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatıyla terhis edilmeyen ve başlarında Kazım (Karabekir) Paşa olan 15. Kolordu’dan da yardım alıyorlardı. Taşnaklar, Ankara’nın Rusya ile irtibat yolunu kesmiş olarak, Oltu ve Bardız’a ilerlemeye başladılar.

Kâzım Paşa Ermenistan üzerine harekât yapılmasını istiyor, Mustafa Kemal Paşa ise hazırlıklarını yaparken konjonktürü (uygun durumu) bekleyelim diyordu. Bu bekleyiş sırasında Mustafa Kemal  Paşa, Doğu’da seferberlik ilan etmiş, 15. Kolorduyu Doğu Cephesi Ordusu haline getirip Kazım Paşa’yı da komutanlığına atamıştı. Sonunda Atatürk Kızıl Ordunun müdahale etmeyeceğinden emin olarak 28 Eylül 1920’de Doğu Harekâtına başlama emri verdi.

Ertesi gün Sarıkamış alındı ve orada duruldu. Lenin harekattan hoşlanmamış, endişeye düşmüştü ama bu fırsattan yararlanmak da istiyordu zira Taşnaklar Sovyetlerden yardım istemişlerdi. Lenin Bolşevik Temsilcisi aracılığıyla Ermenistan’a, bize katılırsanız Türk ordusu ilerleyemez ayrıca size Zengezur ve Karabağ’ı veririz teklifini yaptı. Normal olarak Taşnakların bunu kabul etmeleri bekleniyordu. Ama olağandışı birşey oldu. Olup bitenden haberdar olan İngiliz Temsilcisi Albay Stokes ne yapıp yapıp Taşnakların teklifi reddetmelerini sağlattı. Kader yine Mustafa Kemal Paşa’dan yanaydı. 

Bu gelişmelerden Sovyetlerin işe karışmayacağı sonucunu çıkaran Mustafa Kemal Paşa harekata devam emrini verdi. Türk Ordusu 27 Ekim 1920’de Kars’a girdi. 3 Kasım 1920’de Taşnaklar İngilizlerden yardım istediler. Ama İngilizlerin stratejisi Atatürk’ün tahmin ettiği gibi artık savaşlara kukla piyonları sürme üzerine kuruluydu.

Türk Ordusu 7 Kasım 1920’de Gümrü’yü ele geçirirken Ermenilerin Savunma Bakanı ile Genelkurmay Başkanı esir alındı. 14 Kasım’da Iğdır ve Nahçıvan kurtarıldı. İngilizlerden hava alan Ermeniler mecburen Bolşevik Rusya’dan ve ABD’den yardım istediler. Bolşevik Rusya ilgilenmedi. ABD’den de olumlu yanıt alamayan Ermeniler 17 Kasım 1920’de yenilgiyi kabul etmek zorunda kaldılar. 22 Kasım 1920’de Gümrü’de barış görüşmelerine oturdular. Aynı gün ABD Başkanı Wilson Sevr Anlaşmasının kendisine verdiği yetkiyle Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis illerini Ermenistan’a verdiğini ilan etmesi Ermenilerde sadece “Zaytung” etkisi yapabildi.

Atatürk’ün istediği olmuş, savaş halinde olduğu düşmanı İngilizler Kafkasya’yı terk etmiş, Kafkas Seddi yıkılmış, Türkiye’nin Doğu sınırı güvenceye kavuşmuştu. Doğu Cephesindeki iki Kafkas tümeninin Batı Cephesine katılmasıyla da Yunan Ordusu karşısındaki sayısal asker ve teçhizat açığı azaltılabildi. Aksi takdirde Kurtuluş Savaşının kazanılması mümkün olmayacaktı.

Taşnakları deviren yerine Bolşevikleri getiren Ermeniler bir kez daha yanlış ata oynamanın cezasını Rus boyunduruğu altında 70 yıl çekmeye hazırlanırken Atatürk Milli Mücadelenin başında açıkladığı İtilaf Devletlerinin, İngilizlerin, Fransızların, İtalyanların Türk Ordusu ile savaşmayacağı kehanetine Ruslar da eklenmiş olarak olağandışı vizyonunu bir kez daha tarihe altın harflerle yazdırmıştı.

Tarih yüzyıl sonra tekrarlanıyor

Atatürk’ün bu başarılı siyasetinden tam 100 yıl sonra Azerbaycan Ordusu, topraklarının % 20’sini işgal etmiş olan ayrılıkçı Ermeniler üzerine harekat düzenlerken aynı şekilde Rusya’nın müdahale etme olasılığını gözardı etmiyordu. Ermenistan, harekatla hiç ilgisi olmayan Azerbaycan kentlerinin üzerine füzeler yağdırıyor, karşılığında Azerbaycan’ın da Ermenistan topraklarına saldırmasını sağlamaya çalışıyor, çatışmaların bu şekilde yayılmasıyla Ermenistan’ı koruma taahhüdü vermiş olan Rusya’nın Azerbaycan’ı durduracağını umuyordu. Ancak Azerbaycan bu oyuna gelmedi.

Ermeniler tam Azerbaycan’a mecburen teslim olacaklarken Ruslar bir kez daha imdada yetiştiler. Ermeniler bu kez tarihten ders almış, akıllanmışlardı. Ruslar ne dediyse kabul ettiler.

Atatürk’ün akılcı Sovyetler politikası

Mustafa Kemal’in Sovyetler politikası özetle şuydu: Bolşevikler Güney Kafkasya sınırlarına erişirse onlarla anlaşma yapılabilir, Türkiye’nin Doğu sınırları güvence altına alınır, o sayede Batı cephesine dönülerek işgalciler ülkeden kovulur. Aynen de öyle olmuştur.

Türkiye Kurtuluş Savaşındaki anti emperyalist mücadelesi sömürü altında olan bütün halklara örnek teşkil etmişti. Türkiye’nin emperyalist devletleri yendikten sonra komünist olacağını Milli Mücadele sırasında iddia edenler olmuştur. Mesela Amiral Sir F. Robeck, Lord Curzon’a gönderdiği 28 Temmuz 1920 tarihli raporda “… Kürt liderleri Mustafa Kemal’i sevmezler, çünkü o Bolşevikliği getirmek istiyor…” demektedir.

Ancak Ruslar öyle düşünmüyorlardı, İstanbul’daki mandacılara karşı “İstiklali tam“, “Ya İstiklal ya ölüm” diyen Mustafa Kemal Paşa’nın gerçek bağımsızlıkçı, milliyetçi, ulusalcı yüzünün istihbaratını alıyorlardı. 17 Aralık 1920 tarihinde Rusya Komünist Partisinde yapılan bir toplantıda Lenin: “Türkiye’de yönetim bizi İtilafa satmaya hazır, kadetlerin, oktobristlerin, milliyetçilerin elinde. Ancak bizi satmaları çok güçtür, çünkü Türk halkı İtilafın yaptığı zulme karşı ayaklanmıştır. Biz bağımsız Azerbaycan Cumhuriyetine, feodalleri başlarından atmış olan Müslüman köylülerin haklı kurtarılışını gerçekleştirmek için yardımımızı sürdürdükçe, Sovyet Rusya’ya karşı yakınlığı artmaktadır.” demiştir. Ruslar diğer yandan, Türk halkının kendilerinden taraf olacağından, Anadolu’daki Bolşevik yanlılarının propagandaları sonucu kendi taraflarına çekileceğinden ümitlilerdi.

Lenin ayrıca: “Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat görünen o ki, iyi bir teşkilatçı, yüksek anlayışlı, geleceği düşünen, akıllı bir liderdir. O emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşı yürütüyor. Ben, onun emperyalistleri yeneceğine, onların gururlarını kırarak ülkesini emperyalizmin zulmünden kurtaracağına inanıyorum. Bu aynı zamanda emperyalizme karşı savaşan Sovyet halklarının da zaferi olacaktır.” da diyordu.

Azerbaycan Devrim Komitesi Başkanı Neriman Nerimanov, 19 Ağustos 1920 tarihinde TBMM başkanlığına gönderdiği mektubunda: “...Başka kurtuluş yolu yoktur. Müslüman komünistleri sizin amacınıza ulaşmanız için tüm güçleriyle yanınızda olacaklardır. Aksi taktirde ne sizin için ne de bütün doğu milletleri için kurtuluş yolu kalmayacaktır.” diyordu. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, Cilt 2, shf.430).

1-8 Eylül 1920 tarihleri arasında Bakü’de düzenlenen Şark Milletleri Kurultayında Kongre başkanlığına seçilen Sovyetler Birliği  Politbüro üyesi Zinoviev konuşmasında Türkiye ile ilgili şunları söylemekteydi: “Biz, bizimle aynı düşüncede olmayan kitlelere de sabırla  yardım ediyoruz. Bunlar fikren dahi bize muhaliftirler. Mesela Sovyet Hükümetinin Türkiye’ye yardımcı olduğunu biliyorsunuz. Biz, başında Mustafa Kemal bulunan hareketin Komünist hareketi olmadığını bir dakika bile unutmuyoruz. Ankara’daki halk hükûmetinin birinci oturumunun stenograf zaptı gözümün önündedir. Mustafa Kemal, halifenin şahsını düşmandan kurtarmak istiyor… Bu Komünist prensibi midir? Hayır asla… Mustafa Kemal’in Türkiye’de yürüttüğü siyaset, Komünist enternasyonalin siyaseti değildir. Fakat İngiliz hükûmetinin aleyhine yürüyen her inkılap mücadelesine yardım etmeye hazırız. Bu saatte Türkiye’de terazinin gözü kim zengin ise onun tarafına eğilmektedir. Lakin bunun başka türlü olacağı zaman da gelecektir“.

Yani o aşamada Bolşeviklerin doktrinleri gereği Kuva-yı Milliyecileri desteklemekten başka çareleri yoktu. Komintern (Komünist Enternasyonal) belgelerinde bu tutumun nedenleri belirtiliyor: Mustafa Kemal, genel olarak ulusal kurtuluş hareketini temsil etmekte ve Türkiye’nin demokratlaşması ve feodal kalıntılar ile Müslüman din adamlarının etkisinden kurtarılması için çalışmaktadır. Kemal’e karşı, ilk olarak emperyalizm, ikinci olarak feodal ağalar, üçüncü olarak din adamları ve dördüncü olarak liman şehirlerinin yabancı sermayeye bağlı ticaret burjuvazisi mücadele etmektedir.

Kader yine Atatürk’ten yanaydı. Bu arada Zinoviev’in  Atatürk gibi bir zekayı anlayamamış olması gayet normal. Mustafa Kemal başlardaki “Halifeyi düşmandan kurtaracağız” politikası bazı gelenekçi, halifeci hacı-hoca takımının Milli Mücadele’ye katılımını sağlamak içindi ve bunda  büyük ölçüde başarılı olmuştu.

22 Ocak 1921 tarihinde TBMM’deki gizli oturumda Mustafa Kemal Paşa, amaçlarının «millî sınırlar içinde bağımsızlık» olduğunu anlattıktan sonra şöyle konuşuyordu:
Efendiler, Bu esas üzerinde yürüyen insanlar, düşünen beyinler, doğal olarak, komünizmin geniş ve kayıt tanımayan esasları ile uyuşmazlar. Bu nedenle yüksek kurulunuzun izlediği siyaset, hiçbir zaman komünistlik esasına dayalı değildir. Bu böyledir, bunu tekrar ediyorum, bir defa daha. Fakat yine bilmektesiniz ki ve bütün dünya bilmektedir ki, bu millî esaslara derin bağlar bulunan Meclisiniz ve Hükümetiniz, bağımsız bir devlet olarak Rusya Bolşevik devletle ilişkilerinde hiçbir zaman komünistlik ve bolşeviklik esaslarını ağzına bile almamıştır.…biz memleket ve milletimizin varlığını ve istiklâlini kurtarmak kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize bağlı bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık, hiç kimsenin aldatıcı sözlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz, bizim prensiplerimiz herkesçe bilinir ki, Bolşevik prensipleri değildir ve Bolşevik prensiplerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve girişimde bulunmadık.” 

Komünizm, Stalin sonrası birtakım reformlara, perestroykaya (yeniden yapılanma), glasnosta (açıklık) rağmen sonunda 1989’da Berlin Duvarı ile birlikte yıkılıp tarihe karışınca Atatürk’ün, o zamanki deyişle, bolşevikliği neden bir türlü benimseyemediği daha iyi anlaşılacak her zaman olduğu gibi yine haklı çıkacaktı.

Sonuçta; Türkiye’nin savaşı kazanması halinde Sosyalist bloğa katılabileceği beklentisi olsun olmasın Mustafa Kemal Paşa’nın Sovyetlerle ölçülü-dostane ilişkileri sayesinde Kurtuluş Savaşı için hayati önemi olan Buhara Hükûmetinin gönderdiği altınların bir bölümü altın, silah ve cephane olarak Sovyetler Birliği kanalıyla Türkiye’ye gelmiş, Hint Yarımadası Müslümanlarının altın yardımları, Azerbaycan’ın para ve yakıt yardımları da aynı yollarla Türkiye’ye aktarılmıştır.

Bir çok kaynağa göre Mustafa Kemal’in bu siyaseti gerçekçi ve pragmatist anlayışının bir sonucudur.

Azerbaycan’a karayolu bağlantısı – bir uzak görüşlülük daha

Türkiye-Nahçıvan Türk kapısı

Atatürk, Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türklerin bir gün bağımsızlıklarını kazanacakları bilerek  Nahçıvan’la, dolayısıyla Azerbaycan ile sınırdaş olabilmek için 1932’de Dilucu’nda  13 km. uzunluğunda 500 m genişliğinde “Türk Kapısı” adını verdiği bir toprağı sınır düzeltmeleri kapsamında İran’dan almış böylece Türkiye ve Azerbaycan karadan komşu olmuştur. Atatürk Azerbaycan ve Orta Asya’daki Türklerin bağımsızlıklarına “hazırlanmak lazımdır” demiş ve ilk adımı kendisi atmıştır. Türkiye ve Azerbaycan Türklerine düşen ise Sovyetler dağıldıktan sonra 1992’de ellerini-kollarını sallayarak Türk kapısından geçmek olmuştur. Nahçıvan Azerbaycan’a karayolu koridoruyla bağlandığında Hazar Denizi feribot geçişinden de yararlanarak Türk dünyasının tam karayolu bağlantısı sağlanmış olacaktır.

Hazreti Muhammed sağ elini Atatürk’e vermiş

İdris Sunusi ve Atatürk Kurtuluş Savaşında

Kurtuluş Savaşı fotoğraflarından birinde, üniformaları içindeki Atatürk’ün biraz arkasında, boydan boya beyaz bir örtüye bürünmüş, beyaz sakallı, güzel yüzlü bir adam görülür. O adam, Anadolu’ya gelip Kurtuluş Savaşı’na katılan Libyalı Şeyh Ahmet Sünusi’dir. Ahmet Sünusi  Mustafa Kemal, Enver Paşa, Yakup Cemil, Kuşçubaşı Eşref, Ali Fethi (Okyar) gibi bazı gönüllülerle birlikte 1911’de Libya’da İtalyanlara karşı savaşan aşiretlerden biri olan Sunusilerin lideridir.

Ahmet Sünusi’nin isteği üzerine ona düşen görev, Anadolu’da il il gezerek camilerde çok etkili vaazlar vererek halkı Milli harekete katılmaya çağırmak olmuştur.

Vaazlarında anlattığı bir rüya vardır. Ahmet Sünusi rüyasında Hz. Muhammed’i görmüştür. Hz. Muhammed, Ahmet Sünusi’nin elini sol eliyle sıkınca, Ahmet Sünusi, Hz. Muhammed’e, “Ey Allah’ın Resulü, neden sağ elini uzatmadın?” diye sormuş. Hz. Muhammed, bu soruya “Sağ elimi Anadolu’da Mustafa Kemal’e uzattım” diye cevap vermiş.

Ahmet Sünusi ile ilgili yazımızı  OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN

Hz. Peygamber Atatürk’ü görevlendirmiş

II. Abdülhamid döneminde Şeyhülislâmlık yapmış, İslami kesimde  mürşid-i kâmil  (doğru yolu gösteren rehber) olarak bilinen Mevlüt Rahmi Efendi, 1930’lu yıllarda uzak yerlerden şeyh, halife ve derviş arkadaşlarını Yozgat’ın köyündeki evine davet eder. Toplantının amacı “Kahriye” (birinin yok edilmesi isteğiyle yapılan özel ve zikirli beddua) okunmasıdır. “Ya Kahhâr” (mutlak güç sahibi) zikri çekilerek Atatürk’ün “kahr u tedmiri” (yok edilmesi) için topluca beddua okunacaktır.

Kahriyenin okunacağı sabahın gecesi Şeyh Rahmi Efendi bir rüya görür:
Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Hz. Muhammed haritanın başında dünyayı yeniden taksim ediyor; haritada yerini göstererek Atatürk’e de  Türkiye’nin verilmesini istiyor. Rahmi Efendi sabah rüyasını anlatınca şok geçiren şeyhler, dervişler kahriye okumaktan vazgeçiyor ve memleketlerine dönüyorlar.

Dinciler daha sonra olayı Atatürk’ü küçük düşürmeye çalışarak nakletmişlerdir. Ancak güneş balçıkla sıvanmaz. Anlatılanlar Atatürk’ün seçilmiş, görevli olarak dünyaya gönderildiğini göstermekte.

Atatürk’ün haber verici rüya görme yeteneğine örnekler

• Yahya Galip anlatıyor:

Mustafa Kemal, Ankara’ya geldikten bir müddet sonra, garip bir rüya görmüştü. Rüyasını ertesi günü anlattı:
-“Bilmediğim bir yerde, otomobilim ansızın durdu! Güya, düşman saldırıya geçmiş. Biz İnönü’de, bir muharebe vererek düşmanı bozguna uğratmışız. Şimdi de, ikinci defa olarak gene İnönü’de çarpışıyormuşuz. Otomobilim, o bilmediğim yerin önünde durunca siz karşıma çıktınız ve bana:
–Paşam! İnönü’den ne haber? Diye sordunuz.
Ben de size:
-Durum kritik! Cevabını verdim.
-Kritik Nedir, anlamadım ki! Dediniz.
–Bunu cevabını size onbeş dakika sonra veririm! Diyerek odama çekildim….”
Mustafa Kemal bana bu rüyasını anlattığı zaman, ”İnönü” mevkiinin o güne kadar hiçbir tarihi şöhreti yoktu.
Aradan aylar geçti. Birinci İnönü’de, İsmet Bey’in kumandası altındaki kuvvetlerimiz düşmana galip geldiler ve sonunda ikinci ”İnönü” meydana geldi. Düşmanın üstün kuvvetlerine karşı giriştiğimiz bu ikinci savaşın henüz neticesi alınmadığı tehlikeli günlerin birinde idi. Mustafa Kemal’in otomobili Millet Meclisi önünde durdu. Hemen yanına koştum telaş ve endişe ile:
–Paşam! İnönü’de ne haber? Diye sordum.
Aynen şu cevabı verdi:
Vaziyet kritik!
O zaman ben:
-Kritik nedir? Dedim, anlamadım ki…
Sana, bunun cevabını onbeş dakikaya kadar veririm… dedikten sonra gülümsedi:
-Hani… Ankara’ya geldikten biraz sonra, ben bir rüya görmüştüm, hatırında mı?
Hafızamı yoklayarak ve arada bir ayrıntılarını hatırlayamadığım zaman kendisinden de yardım isteyerek rüyasını anlattım; güldü:
–İşte, dedi, Rüya aynen çıkıyor! Ben İsmet’i tanırım!… Göreceksin onbeş dakikaya varmadan kendisinden başarı haberi alacağız!
Aradan çok kısa bir zaman geçti. Belki üç, belki beş dakika… Telgraf dağıtıcısının elinde bir kağıtla nefes nefese onun odasına girdiğini gördüm.
Postacının Mustafa Kemal’e getirdiği telgraf şuydu:
‘‘Saat 06:30 Metris Tepe’den gördüğüm durum:
Gündüzbey, kuzeyinde sabahtan beri sebat eden ve artçı olması muhtemel bulunan bir düşman müfrezesi; sağ kanat grubunun taarruzuyla düzensiz çekiliyor. Yakından takip ediliyor. Hamidiye yönünde temas ve faaliyet yok. Bozüyük yanıyor. Düşmanın binlerce ölüleriyle doldurduğu savaş meydanı silahlarımıza terkedilmiştir.”
Böylece bir rüya gerçekleşmişti. (N. A. Banoğlu, Yayınlanmış Belgelerle Atatürk, Siyasi Ve Özel Hayatı-İlkeleri, 2. Baskı, İst. , 198, S. 129)

• Atatürk bir sabah yatağından endişe içinde kalktı. Bir rüya görmüştü ve bu rüya canını çok sıkmıştı. Atatürk rüyayı anlattı:
Arazide dolaşıyoruz. Her taraf yemyeşil, çayır çimen. Birden bire bir sel geliyor, annemi alıp götürüyor.”
Bu rüyanın akabinde acı haber, kısa bir süre sonra yaveri Salih’in yolladığı şifreli telgraf ile gelir. Atatürk telgrafın şifreli olduğunu görünce hemen
Annem öldü değil mi ” der.”

• Atatürk’ün yaveri Salih Bozok’a anlattığı rüya:

Büyük bir otelin salonunda oturuyormuşuz. Yanımda sende varmışsın. Salonun bir kösesinde bilardo masası varmış. Masanın basında, arkası bize dönük olan bir zat oturuyor. Tam bu sırada odanın kapısı açıldı ve iri yarı 30 kadar adam içeri girdiler. Bunlardan biri eline bilardo masasından bir ıskata alarak masanın önünde oturan benim teşhis edemediğim zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye basladı.
Omuzuna vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve “Bana niye vuruyorsun” diye hiddetle haykırmaktayken, Salih bana göz ucu ile ne yapmak lazım gibisinden baktın. Ben sana sakın kıpırdama manasına gelen bir işaretle sükunete davet ettim. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımızda tehditkar bir vaziyet aldı.
Bu sefer Salih sen yine müdahale etmek istedin. Ben sana sus işareti verdikten sonra, o azılı adama dönerek
“Sen kimsin ne istiyorsun” diye sordum.
Adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkartarak iki kursun sıktı. Biri bana, öteki sana. Sonra adam bize “Kalkın dans edelim” emrini verdi. İkimizde kalkıp onun huzurunda dans ettik.”
Atatürk’ün ölümünden sonra Salih Bozok tabancasıyla intihara teşebbüs etmiş, ölümden dönmüştü.

• Prof. Afet İnan anlatıyor:

26 Eylül 1938’de Atatürk geceyi rahatsız geçirmiş, ilk komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında :
Demek ölüm böyle olacak” diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı.
Salih’e söyle, ikimiz de kuyuya düştük, fakat o kurtuldu” dedi.
Atatürk’ün burada “kuyuya düşme” sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi ölümünün habercisiydi. Yaveri Salih Bozok’un kuyudan kurtulması ise, Atatürk’ün vefat ettigi gün, buna çok üzülen yaverinin intihara teşebbüs etmesi sonrasında kurtarılmasını simgeliyordu…

Yunan Ankara’ya yürürken O Maarif Kongresini topluyor

Yunan Ordusu 10 Temmuz 1921’de Bursa-Eskişehir; Bursa-Tavşanlı-Kütahya; Uşak-Dumlupınar-Seyitgazi istikametlerinde üç ayrı koldan Ankara yönüne taarruza geçti. 13 Temmuz’da Afyon’u işgal etti. O sırada Türk Ordusunun başında Batı Cephesi Komutanı İsmet (İnönü) Paşa bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa ise 15 Temmuz’da Ankara’da 180 eğitimcinin katılıyla toplanan 1. Maarif Kongresinin açılış konuşmasını yapıyordu. O sırada Türk Ordusu son derece kritik durumdayken Atatürk konuşmasına o günlerde eğitime kaynak ayırma imkanı olmadığından yakınarak başlıyor ve ekliyor (günümüz Türkçesiyle): “Ancak elverişli ve yeterli koşullarla araçları elde edinceye kadar GEÇECEK SAVAŞ GÜNLERİNDE de tam bir özenle işlenip çizilmiş bir ulusal eğitim programı yapmaya ve eldeki eğitim ve öğretim kuruluşlarımızı bugünden verimli bir çabayla çalıştıracak esasları hazırlamaya bakmalıyız.

Yunan’ın orduyu yarması halinde Ankara’ya kadar yürümesine engel kalmayacak, Atatürk ise adete bunlar geçecek, merak etmeyin biz onu hallederiz, siz burada oturup çalışın gelecekteki eğitim stratejimizi belirleyin diyor. Böyle bir insan görülmüş, işitilmiş mi?

Nitekim Atatürk Kongre çalışmalarını izliyor, 2 gün sonra Fevzi Paşa ile cepheye gidiyor ve komutayı İsmet Paşa’dan alıp duruma hakim oluyor, orduyu yok olmaktan kurtarıp yeni savunma cephesi oluşturuyor, Ankara’ya dönüp Meclis’e durumu açıklıyor.

Yunan’ı nerede durduracağını biliyor

Rauf Orbay anılarından: “Yunan orduları Ankara’ya yürüyordu. Sabah erkenden Millet Meclisi’nde toplandık. O (Mustafa Kemal) bize bilgi verecekti. Bir Anadolu haritası isteyince getirdik. Kırmızı kalemle Sakarya’nın gerisinde uzunca bir çizgi çizipDüşmanı burada yeneceğizdedi. Ona inandık. Neden inandık ve nasıl inandık hâlâ bilmiyorum.”

Yunan’ı eninde sonunda yok edeceğinden emin

Sakarya Savaşı’ndan (23 Ağustos 1921 – 13 Eylül 1921) sonra Atatürk’e şöyle sormuşlardı: “Sakarya cephesi bozulsaydı ve düşman Ankara’ya doğru ilerleseydi ne yapardınız?” Bu soruya Atatürk hiç bir tereddüt göstermeden anında şu cevabı vermişti:

-“Güle güle beyler der, onları Anadolu’nun ortasında yok ederdim …

“İşte o zaman işimiz zor olabilirdi” ya da “bunu düşünmek bile istemiyorum” gibi bir cevap vermemiştir. Cevabı kendinden emin ve sonu baştan bilen bir kararlılıkta olmuştur.

Bu son üç anekdot (kısa hikaye) gösteriyor ki Atatürk düşmanı mağlup edeceğini kesin olarak biliyordu. Bundan en küçük bir endişesi bile yoktu.

Yunan’ın nereden geri çekileceğini de biliyordu

1921’de Sakarya savaşına hazırlık sırasında Mustafa Kemal Paşa  kurmay heyetinin anlam veremediği şekilde cephe dışında, Yunak-Ilgın bölgesinde Ahmet Zeki (Soydemir) Bey’in komutasında bir tümen asker konuşlandırır.

Savaşın sonuna doğru Papoulas komutasındaki Yunan Ordusu geri çekilirken Mürettep Tümen aniden ortaya çıkar ve Yunanlılar’ın en güneydeki geçidini, Fettahoğlu Köprüsü’nü basar. Buradaki Yunan 12. Tümen birlikleri köprüyü uçuramadan Uzunbey’e kaçmak zorunda kalır. Baskında Mürettep Tümen Yunanlılar’dan 15 araba, 1 ambulans ve bol sıhhi malzeme, 3 uçak ele geçirir. Bir arabadan Papoulas’ın kişisel eşyaları çıkar.

13 Eylül 1921 günü Sakarya’nın doğusunda bir tek düşman askeri kalmamış, Mürettep Tümen Yunanlılar’ın çekilme yolundaki lojistik üssüne, Sivrihisar’a varmıştır. Baskın ve çatışmanın ardından üsteki birlik kaçarken Tümen’e 2 ambulans, 1 araba, ambarlar dolusu erzak ve mühimmat bırakır. Ayrıca burada tutulan 400 Türk esir de kurtarılır.

Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa daha savaş başlamadan Yunan ordusunun nerede durdurulacağını, sonunda ricat edeceğini ve geri çekilirken nereden geçeceğini önceden biliyordu.

Yardımların bir kısmını yeni devlet kuruluşuna saklıyor

Kurtuluş Savaşına destek olarak yurt dışından Buhara Cumhuriyeti ve Hint Müslümanları ile Azerbaycan’dan silah, cephane, altın, para, yakıt gelmiştir. Mustafa Kemal Paşa bunların büyük bölümünü orduya göndermiş bir bölümünü de savaştan sonra lazım olacak diye Osmanlı Bankasında tutulmakta olan ayrı bir hesaba aktartmıştır. Bu paranın büyük kısmı Yunan’ın Büyük Taaruzdan kaçarken yakıp yıktığı camilerin ve binaların tamirine, İş Bankası’nın kurulmasına, Devlet Çiftliklerinin arazilerinin satın alınmasına ve kurulmasına harcanmıştır.

Ayrıntıları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Bu da bir kez daha gösteriyor ki Atatürk düşmanı def edeceğini ve yeni bir devlet kuracağını biliyordu.

Allah kimseyi şaşırtmasın

Türk Ordusu Büyük Taarruza hazırlanırken İngiltere Başbakanı Lloyd George tarafından iyice şımartılan Yunanlılar bir akılsızlık yaptılar. Afyon’dan çektikleri 2 tümeni Trakya’da Çatalca’ya kadar getirdiler. 31 Temmuz 1922’de  İtilaf devletlerine verdikleri nota ile İstanbul’u işgal edeceklerini bildirdiler. Fransa ve İtalya buna karşı çıktı. İngiltere’de onlara katıldı. (İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1922. Doç Dr. Ali Satan. Tarihçi Kitabevi 01.07.2011)

Harington Çatalca’nın savunulması için bir Fransız generalini görevlendirdi. Generalin emrindeki Fransız ve İngiliz birlikleri hemen siper kazmaya koyuldular. Kendi sorumluluğu altında bir bildiri yayınlayarak, işgal kuvvetlerine karşı girişilecek bir saldırıya iki devletin ortaklaşa karşı koyacaklarını açıkladı. İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold iznini yarıda bırakarak İstanbul’a koştu. İngiliz savaş gemileri Marmara’da bir gösteri yaptılar. Yunanlılar beklentilerinin aksine Lloyd George’dan bu kez destek bulamadılar ve beklemeyi kabul ettiler.

İtilaf devletlerinin aralarında yaşandığı için Türk kaynaklarında geçmeyen olay hakkında Churchill, daha sonra der ki: “Belki de İtilâf Devletleri izin verseydi, Yunanlılar İstanbul’u geçici olarak işgal etselerdi. Yunan ordularının Anadolu’dan kaçışı şerefli bir barış görüşmesi biçimine sokulabilir ve bu da daha az acıklı olurdu… Müttefiklere karşı en azından söylenecek şey şudur; Yunanlılara askeri harekâtlarında yardımcı olmasalar bile, hiç olmazsa onları engellemekten kaçınmaları gerekirdi. Yok, bir takım genel düşüncelerle böyle davranmak zorunda kalmışlarsa, o zaman da yapacakları şey, Yunanlıların gemilerine binip çekilmelerine gerçekten ve düpedüz yardım etmekti.

Zorunlu olarak Yunanlıların bu girişimine destek veremeyen İngiliz Başbakanı Lloyd George da Yunan kardeşlerini şöyle teselli ediyordu: “Yunanlılar, ‘aşılmaz geçitler arasından geçerek ülkenin içine doğru yüzlerce kilometre yürümek zorunda kalmışlardı. Askerî üstünlüklerini her düzenli çatışmada göstermişlerdi. Sadece, arazinin yapısı, ulaştırma hatlarının uzunluğu yüzünden yenilgiye uğramışlardı ki, Avrupa’da onlardan başka hiçbir ordu böyle riskli bir işe girişmeyi göze bile alamazdı. Kemalistler barışı kabul etmeyeceklerdir. Çünkü kendilerine işlerine gelen şekilde bir mütareke vermediğimizi ileri sürmektedirler. Fakat biz de, Yunanlıları bütün güçleriyle savaşmaktan alıkoyuyoruz. Kemalistler, halkı son on, on iki yıldan beri birbirini kovalayan savaşlar yüzünden silah altında bulunan ve kaynakları da sınırlı olan bu küçük ülkeyi yorarak çõkerteceklerini umuyorlardı. Bu işin böylece sürüncemede kalmasına göz yumamayız.

Öte yandan sanki bir yerlerden Gazi’ye büyük bir nimet sunulmuştu. Yunanlıların çektiği iki tümen Anadolu’daki Türk ve Yunan kuvvetlerini denk duruma getirmişti. Gazi kararını hemen verdi. Saldırının tam sırasıydı. Akşehir’e hareket etti.

Hani azanlar için Allah kimseyi şaşırtmasın denir ya, azgın Yunan şaşırtılmıştı Gazi artık Büyük Taarruzun başarısından emindi.

Yunan’ın topu, tüfeği, cephaneyi bırakıp kaçacağını da biliyordu

Yunan’a saldırabilmek için elde tek atımlık barut, cephane vardı. Harcanacak cephanenin yerine yenilerinin konması mümkün değildi. Yani kurşun biterse Türk askerinin işi kılıçlara, süngülere kalacaktı. Makineli tüfeğe karşı kılıç, süngü. Cephane bitince ne yapacağız diye soranlara Atatürk “İkmali düşmandan yaparız” yanıtını veriyordu. Yani Yunan’ın topu, tüfeği, cephaneyi bırakıp kaçacağından emindi. Bir insan böyle kritik, hayati olasılıktan nasıl bu kadar emin olabilirdi? Ama böyle şeyleri önceden bilmek onun en büyük özelliğiydi.

Mustafa Kemal: “Yunan ordusu içinde ciddi bir siyasi kavga vardı. Yunan ordusu rahat değil, aldıkları son yenilgiyle zaten zafere olan inançlarını da kaybetmişlerdi. Askerlerin pek çoğu ‘Bıktık, artık evimize gidelim’ diyorlardı. Fakat bizimkiler öyle değildi, çünkü kendi vatanlarını savunuyorlardı ve yenmenin tadını tatmışlardı.” düşüncesindeydi.

Dahice bir taarruz planı

Elde tek atımlık cephane ve güç olunca yapılacak tek şey bir vuruşla Yunan ordusunu bir daha savaşamayacak şekilde çökertmekti. Geri çekilip toparlanırlarsa Türk ordusunun işi çok zor olacaktı. Saldırı plan bunu önlemek üzerine kurulmuştu.

Yunan’ın en kuvvetli olduğu yer Afyon civarında ve güneyde Trikopis’in emrindeki kuvvetleriydi. Atatürk’e göre burası çok güzel tahkim edilmişti, ‘Burayı düşürürsek bütün cephe düşer, dolayısıyla burayı vuracağız’ diyordu.

Bütün ordu gücünü, gündüzleri ağaçlar altında dinlendirerek geceleri güneye kaydırdı. Ankara’da büyük bir çay partisi vereceği haberi ile Anadolu’da kendisine karşı bir isyanın başladığına dair söylentinin yayılmasını sağlattı.

Atatürk, taarruz, baskın ve takip harekâtlarında süvarinin üstünlüğünü çok iyi bilmekteydi. Bu yüzden de harekât öncesi güçlü süvari birlikleri oluşturtmuştu. Plana göre Süvari Kolordusu saldırı gecesi düşmanın geceleri nöbetçi bulundurmadığı Ahır Dağındaki dar bir geçitten Sincan Ovasına, düşmanın arkasına sarkacak, saldırı sabahı düşmanın ikmal, irtibat yollarını ve  haberleşmelerini kesecek, Yunan  yedeklerinin cepheye gitmesini önleyecek, Yunan cephesine arkadan sürpriz saldırıları yapacak, Yunanlılarda moral bozukluğuna ve korkuya neden olacaktı.

Büyük Taarruzun sonucunu biliyor

Büyük Taarruz hazırlıklarından önceki günlerde Mustafa Kemal Paşa Ankara’daki son gecesinde Keçiören’de yakın adamlarıyla birlikteydi. Arkadaşları ayrıldığı zaman bir hayli yorgundu. Yanında kalanlara:

-“Hücum haberini alınca hesap ediniz.  On beşinci gün İzmir’deyiz” demişti. İzmir’den dönüşünde karşılayıcılar arasında o gece beraber bulunduklarından bir ikisini görünce:

-“Bir gün yanılmışım !” dedi.

(Falih Rıfkı Atay, Babamız Atatürk, 2. Baskı, İstanbul 1966, s.102)

Aslında Paşa yanılmamıştı. İzmir’deki Rumların şehri terkederken Türklere katliam yaptıkları haberini alan bazı süvariler, kendilerini ve atlarını dinlendirmeden güvenliklerini de riske atarak arkalarındaki orduyu beklemeden İzmir’e bir gün önceden girmişlerdi. Ordunun İzmir’e esas girişi aslında 15. günde olmuştu.

Büyük Taarruz öncesi neden heyecanlıydı?

Peki, Büyük Taarruz sonucunu biliyordu da 26 Ağustos’ta taarruz başlamadan önce neden çok heyecanlıydı? Çünkü o an büyük bir andı. Bir milletin ölüm kalım kader anıydı. Büyük zorluklarla, emeklerle, fedakarlıklarla Kurtuluş Savaşında yüzmüş, yüzmüş kuyruğa gelmişti. Şöyle dua etti:

Yarabbi! Sen Türk Ordusunu muzaffer et… Türklüğün ve Müslümanlığın düşman ayakları altında, esaret zincirinde kalmasına müsaade etme Rabbim, Yunanlıların kazandığını gösterme bana! Onlar kazanacaksa, şu gök kubbe benim başıma yıkılsın daha iyi!

Aynı heyecanı 2. Dünya Savaşında  Amerikan Ordusunun efsanevi Generali George S. Patton kendisine Berlin’e yürüme görevi verildiğinde yaşamıştı. Patton ile ilgili ilginç bilgileri yukarıda anlatmıştık. Patton’a biraz sonra geri döneceğiz.

O kayalıkta neler olmuştu?

26 Ağustos’ta cephede tan ağarmaya başladığında İsmet Paşa bombardımanı başlatacaktı. Fakat hiç hesapta olmayan bir şey oldu. Etrafı sis bastı. Toplar kör olmuştu. Bu şekilde bombardıman başlamazdı. Herkes şaşkındı. Hava gittikçe aydınlanmaya ve fark edilme riski yükselmeye başlamıştı. Sis dağılmıyordu.
Mustafa Kemal tepedeki karargahından çıktı. Canı çok sıkılmıştı. sis dağılmıyordu. Yapacağı hiç bir şey yoktu. Oldukça stresli görünüyordu. Vakit akıp gidiyordu. Bir ara yerinden ayrıldı. Bölgedeki kayalıkların bulunduğu yere gitti. Yalnız başına kayaların arasına girdi. Etraftakiler şaşkındı. Kayalıktan çıkıp yürüdüğü esnada ekipten biri makinesini aldı ve o tarihi anı fotoğrafladı. Havanın iyice aydınlanmaya başladığı saniyelerde sis bir anda dağılmaya başladı. Düşman mevzileri görünür hale geliyordu.
O kayalıklarda neler olmuştu?

Dönelim General Patton’a

2. Dünya savaşında Aralık 1944’de Belçika’daki Bastogne’u kuşatan Alman 47. Zırhlı Kolordu komutanı von Luttwitz, Amerikan komutanı McAuliffe’e bir mesaj göndermiş ve teslim olmadıkları taktirde imha edileceklerini söylemişti. General Patton’a bağlı iki Amerikan kolordusu yoldaydı, Bastogne’a yardıma geliyordu ancak hava kapalıydı, Müttefik uçaklarının uçmasına engel oluyordu.  Hava çok kötüydü, hava raporlarına göre olumsuz hava etkili olmayı sürdürecekti. McAuliffe’in ise dayanma gücü kalmamıştı. Patton gece karargaha ordunun rahibini çağırttı rahipten havanın açması için bir dua hazırlamasını istedi. Kısa süre sonra rahibin hazırladığı duayı yüksek sesle okudu.

Ertesi gün Alman askerleri büyük bir felaketle karşılaştılar: Taarruzun başından beri kapalı olan,  Müttefik uçaklarının kalkmasına engel olup Almanların Müttefik cephesi içlerine kadar sızmasına yardımcı olan hava açmış ve Müttefik uçakları, o gün 7 bin sorti yaparak Ardenler’deki tüm Alman birliklerini vurmuşlardı. Aynı anda Luftwaffe’nin (Alman Hava Kuvvetleri) bütün havaalanları bombalanmış, Luftwaffe havadan silinmiş Almanların ikmal hatları ve depoları da hava saldırılarından payını almıştı. Patton bu sayede McAuliffe’i kurtardı, 2. Dünya savaşının kaderi değişti.

Bozkurt

26 Ağustos 1922 sabahına kadar, günlerce gece yürüyüşü yaptık. Bir önceki günde akşamdan sabaha kadar yürüdük. Dağ, taş askerle dolu idi. Şafak atmış ortalık yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Ben manga çavuşu olduğum için önde yürüyordum. Derken 20-30 metre ilerimizde bir Kurt belirdi. Kurdu görenler heyecanla bağrışmaya başladılar. Kurt önümüzde yürüyor, bazen dönüp bize bakıyordu. Arkadaşlarla ‘Uğur, uğur!… Bu Kurt uğurdur. Zafer müjdecisidir. İnşallah zafer bizimdir’ diye konuşuyorduk. Moralimiz birden bire düzeldi. O kalabalık asker arasında bu Kurt nereden gelmişti. Nereye gidiyordu bilmiyordum. Ama biz ‘zafer bizimdir’ diye sevindik. Bizim memlekette ‘Kurt görmek insanlara uğur getirir’ denir. Ama, diğer asker arkadaşlar da aynı inanca sahiplermiş, onların memleketlerinde de Kurt görmek uğurmuş… Kurt önümüzde 15-20 dakika yürüdü. Sonra kaybettik. Eminim ki öteki birliklerdeki askerler de bu Kurdu gördüler.”

(Konya, Aksaray 1900 doğumlu. 57’nci Tümen 33’üncü Alay 2.Tabur Çavuşlarından Hasan oğlu Mehmet Ağa’nın, 30 Ağustos 1975 saat 21:00 TRT-1, Büyük Taarruz’un yıldönümü programı sırasında anlattıkları. Metin Ahmet Doğan’ın Yeni Avrasya Dergisi’nin Ağustos 2001’deki sayısındaki “Ona Neden Bozkurt Dediler”adlı makalesinden.)

Hektor’un intikamını aldık

Atatürk Büyük Taarruz cephesinden İzmir’e üniformasıyla geliyor. Yanında Fevzi Çakmak ve Asım Gündüz.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Başkomutanlık Meydan Muharebesi’ni kazandıktan sonra İzmir’e doğru yol alırken yanındakilere Hektor’un intikamını aldık! demiştir. Kimilerine göre bu sözü ilk olarak Çanakkale Savaşı sona erince söylemiş, Dumlupınar Zaferinden sonra ise “Hektor’un intikamını bir kez daha aldık” şeklinde yinelemiştir.

Hektor, tüm zamanların en büyük savaşlarından biri olarak kabul edilen Truva Savaşı’nda mücadele eden Truva prensiydi. Truva ile Akaların savaşını konu alan Homeros’un İlyada destanının da baş kahramanıydı.

Mustafa Kemal tarih ile ilgili kitaplar okur bazı yerlerin altını çizer, notlar alırdı. Bu kitaplardan biri de Süleyman Fikri Erten’in Antalya Livası Tarihi adlı eseriydi [Matbaa-i Amire, İstanbul, 1922 (1338)] idi.  Kitapta Antalya çevresinde yaşamış eski halklar ve bunların Türk olma ihtimalleri konu edilmiş, Homeros ve Herodotos gibi Eski Çağ tarihçilerinin Likyalıların kökeni hakkında ileri sürdükleri fikirler incelenmiştir. Atatürk “Herodotos‟un Yunanlılar Anadolu‟daki sömürgelerinde kökenleri Turanlı olan kavimler ile uzun ve büyük savaşlar yaptılar” açıklamasının altını çizmiştir.

Kitabın yazarı Süleymen Fikri, Eski Çağ‟daki bölge halkı olan Solimosların aslında “Suleim”den yani Süleyman peygamberden geldiğini ve Turan soyunun da yine bu peygambere dayandırıldığını, Atinalı Likus’un bölgeyi ele geçirmesiyle bölge halkının Likyalılar olarak isimlendirildiğini belirtmektedir. Truva savaşında, Akalara karşı Truvalıların yanında yer alan Likyalıların kara ve denizde askeri güç bakımından iyi olmalarını da ön planda tutarak bunların Anadolu’ya erken dönemlerde gelmiş Türkler olduğunu açıklamaktadır. Süleyman Fikri, bölgeden ele geçen mezar taşları üzerindeki yazıların, Yunan harflerine benzemesine rağmen henüz çözülmemiş olduğunu ve bu dilin Yunan ve Acem dillerinin karışımından oluşmuş bir dil olduğunu belirtmektedir.

Bazı tarihçilere göre Truva Savaşını kaybeden Likyalılar deniz yoluyla İtalya’ya göç etmişler ve Alplerden gelen brakisefal Alpinlerle Etrüsk devletini kurmuşlardır. Bu konudaki ayrıntılı yazımızı OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Mustafa Kemal Paşa ulus-devletin sağlam temellere oturtulmazsa yıkılacağını biliyordu. Nitekim ilerde Yugoslavya ve Sovyetler Birliği örnekleri onu haklı çıkaracaktı. O yüzden Türklerin Anadolu’da eskiden beri yaşamakta olan bir kavim olduğunun kanıtları zihinlere ulusal bilincin yerleştirilmesi için önem arzetmekteydi.

Bir milletin ölüm kalım savaşını planlarken, gerekli kaynaklarını yoktan var ederken, yönetirken, önüne çıkan sayısız engelleri bir bir aşarken ve sonuçta başarıya ulaştırırken aynı zamanda ilerde kuracağı devletin sağlam temellerini de oluşturmaya çalışan bir insan hangi sözcüklerle tanımlanabilir?

İzmir’de üniformayı tekrar çıkarıyor

Başkomutanlık Atatürk’ün nihai hedefinde olmayan geçici bir pozisyondu. Yukarıda anlattığımız gibi çocukluğundan beri asıl hedefi ülkenin başına geçmek, ülkeyi medeni ülkeler düzeyine çıkaracak reformlar, devrimler yapmak, kalkındırmaktı.

1919 Temmuzunda Erzurum’da 3. Ordu Müfettişliğinden ve askerlik görevinden istifa ederek üniformasını çıkarmış, önce Heyet-i Temsiliye sonra da Büyük Millet Meclisi Reisi olarak sivil giysileriyle Milli Mücadeleyi yönetmeyi sürdürmüştür. Orduyu kurmak, savaştırmak görevi İsmet Paşa’ya düşmüştü. Kurtuluş Savaşı sırasında Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra Meclis, İsmet Paşa’nın Batı Cephesi komutanlığını yürütemeyeceği görüşündeydi. Mustafa Kemal Paşa 5 Ağustos 1921’de Meclis’in kendisini Başkomutanlığa tayin etmesi üzerine üniformasını tekrar giymek zorunda kaldı.

izmirde

Gazi Mustafa Kemal Atatürk sivil kıyafetle 10 Eylül 1922’de İzmir’de

Büyük Taarruz sona erip Gazi cepheden İzmir’e geldikten sonra üniformasını çıkarıp sivil kıyafetle kutlamalar yapan İzmir halkının içine karıştığını görüyoruz. Gazi bundan sonra üniformasını bir daha giymemiştir. Halbuki Başkumandanlık görevi hala uhdesindeydi ve 29 Ekim 1923’de Cumhuriyet ilan edilip Cumhurbaşkanlığına seçilinceye kadar da uhdesinde kalacaktı. Devletin reisi olmayı askerliğe tercih ediyordu. Buna karşılık İzmir’de üniformasını çıkardığı günlerde Yunan Ordusunun bir bölümü hala Anadolu’yu terketmemiş, kaçmaya, kapağı Yunanistan’a atmaya çalışıyordu. Trakya Yunanın, Çanakkale, Marmara Bölgeleri ile İstanbul İtilaf Devletleri ordularının işgali altındaydı. Savaş hali devam ediyordu. Türk ordusu, Yakup Şevki Paşa komutasında geri kalan işgal altındaki ülke topraklarını kurtarma göreviyle Ege Bölgesinden Çanakkale’ye doğru hareket etti.  Buna karşın Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa, sivil giysileriyleydi, düşmanın artık savaşmayacağından, savaşın bittiğinden o kadar emindi.

İngiliz Başbakanı Lloyd George Çanakkale’deki İngiliz Ordusu komutanı Harrington’a, yaklaşmakta olan Türk ordusuna ateş açmakla tehdit etmesi emrini verdi. Ancak, General Harrington, serinkanlı bir muhakemeyle ültimatomu Türk tarafına iletmedi. Lloyd George ayrıca dominyonlardan Çanakkale’ye asker göndermelerini istedi. Dominyonlardan Hindistan, Avustralya ve Kanada, asker göndermeyi reddettiler. Fransa ve İtalya Çanakkale’de ön cephedeki askeri birliklerine geri çekilme emri verdiler.

Türk Ordusu Tarafsız Bölgeye yürürken Atatürk Misak-ı Milli ötesine geçip Selanik’in de geri alınmasını isteyenleri şöyle terslemişti: “Lloyd George’un iktidarda kalmasını mı sağlamak istiyorsunuz?” O üstün beyin, Lloyd George’un bu gidişatla düşeceğini de görüyordu.

David_Lloyd_George

David Lloyd George

Atatürk’ün öngördüğü gibi  bir tek kurşun atılmadan düşmanlar Çanakkale, Marmara, İstanbul ve Trakya’dan geldikleri gibi defolup gittiler.

Nitekim küçük düşen İngiltere Başbakanı Lloyd George “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki Küçük Asya’da çıktı. Hem de bize karşı. Elden ne gelebilirdi?”  diyerek Atatürk’ün önceden gördüğü gibi istifa etti.

Dahice Cumhuriyeti ilan planı

Muhalefet 1923 Ekim ayında Atatürk’ün altından kalkamayacağı, bir hükûmet krizi çıkartıp cumhuriyet sevdasından vazgeçeceği hesabı içerisindeydi. Kurtuluş savaşında O’nunla omuz omuza vermiş olan komutanlar Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Kâzım Karabekir gözdağı amaçlı orduların başına gitmişlerdir.

Buna karşın Gazi Mustafa Kemal dâhice bir plan hazırladı. 26 Ekim günü Başbakan Fethi Bey’’den istifa etmesini istedi. Fethi Bey hükûmeti çekildi. Meclis büyük bir sorunla karşı karşıya kaldı. 12 Bakanlıktan oluşan herkesin mutabık kaldığı bir hükûmetin kurulması gerekmekteydi. Aradan üç gün geçmesine rağmen sonuç alınamadı. Kriz oluşmuştu.

Gazi 28 Ekim 1923 akşamı Çankaya’da akşam yemeğinde konuklara “Arkadaşlar! Cumhuriyeti yarın ilan edeceğiz” dedi ve plânını ve iş bölümünü açıkladı: “Yarın Grup toplanınca, gene bir sonuç alamamış olacaklar. O zaman, Kemalettin Paşa, sen söz al, kürsüye çık ve  ‘Günlerdir bir buhran içinde bocalayıp duruyoruz, bir hükûmet üzerinde anlaşamıyoruz. Bütün bir dünya da bizi gözlüyor. Bu durum, ilelebet böyle gidemez. Bu grubun bir partisi, bu Meclis’in bir başkanı var. Her ikisinin de başkanı Mustafa Kemal. Çankaya’da oturuyor. O’na başvuralım, gelsin o bu sorunu çözsün!’ de, yerine otur. Ben bu davet üzerine Meclis’e gelir, çözüm önerimi sunarım.

Atatürk ve İsmet Paşa bütün gece, gerekli Anayasa değişiklik maddelerini kaleme aldılar. Rejimin adının cumhuriyet olduğuna, hükûmetin teşkiline ve cumhurbaşkanının seçimine ilişkin maddeleri belirlediler.

Plan ertesi gün aynen uygulandı. Görüşmelerden yine sonuç alınamayınca Kemalettin Paşa’nın önerisiyle Atatürk Meclise davet edildi. Atatürk geldi, çözüm önerisini sunmak üzere Meclis’ten izin istedi. Birkaç saat sonra tekrar kürsüye çıktı, çağdaş ülkelerde hükûmetin Mecliste tek liste halinde oylandığını, seçim usulünü değiştirmek üzere Anayasada değişiklik yapılması gerektiğini ifade ederek, önerisini tartışılmak üzere komisyona verdi. Komisyon ve ardından Meclis madde değişikliklerini görüştü oyladı ve kabul etti. Cumhuriyet böylece oluştu. Kısa bir aradan sonra Cumhurbaşkanı seçimine geçildi. Tek ve doğal aday olarak Gazi Mustafa Kemal, salonda bulunan 158 milletvekilinin oybirliğiyle Cumhurbaşkanı seçildi.

Cumhuriyetin başkentini bile çok önceden tayin etmiş

Atatürk gençliğinde yeni bir devlet oluşturmayı düşünmekle kalmamış, başkentini de belirlemiş. Nutuk’ta bunu şöyle anlatır:

Ben Ankara’yı coğrafya kitabından çok tarihte öğrendim ve cumhuriyet merkezi olarak öğrendim. Gerçekten Selçuklu idaresinin parçalanması üzerine Anadolu’da kurulan küçük hükümetlerin adlarını okurken, birtakım beylikler arasında bir de Ankara Cumhuriyeti’ni görmüştüm. Tarih sayfalarının bana bir cumhuriyet merkezi olarak tanıttığı Ankara’ya ilk defa geldiğim o gün de gördüm ki, aradan geçen yüzyıllara rağmen Ankara’da hâlâ o cumhuriyet yatkınlığı devam ediyor.
Beni Türkiye’ye en uygun merkezin Ankara olabileceğini düşünmeye iten ilk vesile çok eskidir ve tekniktir.

Bu noktaya ait düşüncelerim her İstanbul’da bulunduğum defalar uyanmıştır (Hayatımın çok az günleri İstanbul’da geçmiştir). Özellikle Dünya Harbi’nden sonra girdiğimiz mütareke günlerinde İstanbul sokaklarını dolduran yabancı süngüleri, Boğaziçi’nin sularını karartan düşman zırhlıları bu fikirlerimi saplantı haline getirdi. Ve artık hiçbir şahsa, hiç bir fikre ve hiçbir programa zerre kadar iltifat etmeksizin, bu boğucu havadan çıkmak hususundaki dünyaca bilinen kararımı verdim.

Ahilik 13. yüzyılda Anadolu’ya yerleşmeye başlayan Türklerin sanat, ticaret, ekonomi gibi çeşitli meslek alanlarında yetişmelerini, bunun yanında ahlaki yönden de gelişmelerini sağlayan, dini-sosyal bir örgütlenme biçimiydi.  Ahi Arapçada kardeş anlamındadır. Bu örgütlenme içerisindeki derviş-esnaf tarafından 1290’da kurulan Ankara Ahi Cumhuriyeti 1354’de Osmanlı devletine bağlanıncaya kadar 64 yıl varlığını sürdürmüştür. Ankara Ahi Cumhuriyeti’nin bugünkü karşılığı cumhurbaşkanı olan yöneticileri halk tarafından seçilmişlerdir. Sırasıyla 1. Ahi Hüsameddin, I. Hüseyin Efendi (1290-1296), 2. Ahi Şerafeddin Mehmet Efendi (1296-1332), 3. Ahi II. Hüseyin Efendi (1332-1354) cumhurbaşkanı olarak görev yapmışlardır. 

Sıra ekonomik savaşa geliyor

Atatürk, emperyalizme karşı verdiği topyekun bağımsızlık savaşını kazanma mucizesini gerçekleştiriyor: Nerede? I. Dünya Savaşı’nın yıkımı sonrasında gırtlağına kadar borçlu, yokluk ve yoksulluk içinde, orduları dağıtılmış, toprakları işgal edilmiş, savaş yorgunu bir ülkede.

Atatürk,  hazırlattığı bir rapordan alıntılarla, ülkenin 30 Ekim 1923 itibarıyla  genel durumunu anlatıyor (günümüz Türkçesine çevrilmiştir):
·        Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı.
·        Yoksul bir köylü devletiyiz.
·        Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az.
·        4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart.
·        Denizciliğimiz acınacak durumda.
·        Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız.
·        Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet’le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız.
·        Her yerde tefeciler halkı eziyor.
·        Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz.
·        Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor.
·        Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun.
·        Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60’ı geçiyor. Nüfusun % 80’i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe.
·        Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz.
·        Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir’in bazı semtlerinde var.
·        Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor.
·        Yunanistan’dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek.
·         İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz.
·        Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet’in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz.
·        Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler
·        Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı.
·        Cumhuriyet’e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız. Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu… Allah yardımcımız olsun!

(Atatürk Milliyetçiliği. Yüksek Mimar Eriş Ülger. Parola Yayınları)

Cumhuriyetin ilk 10 yılında neler yapıldı?

1924: Gölcük’te tersane ünitesi kuruldu; Devlet Demiryolları kuruldu; İstanbul-Ankara arasında ilk yolcu uçağı seferi yapıldı; Türkiye İş Bankası kuruldu.

1925: Danıştay kuruldu; Türk Hava Kurumu kuruldu; Aşar vergisi kaldırıldı; Eskişehir Cer Atölyesi’nde demiryolu malzemesi üretecek üniteler kuruldu; Adana Mensucat Fabrikası; Türk yapımı ilk planör uçuruldu; şeker fabrikaları kurulmasıyla ilgili kanun çıkarıldı.

1926: Demir çelik sanayinin  kurulmasıyla ilgili kanunlar çıkarıldı; Eskişehir uçak bakım fabrikası; Alpullu  Şeker Fabrikası; Ankara otomatik telefonu işletmeye açıldı; İstanbul’da inşaat demiri üreten ilk haddehane açıldı; Kayseri Uçak ve Motor Fabrikası; Bakırköy Çimento ve Uşak Şeker Fabrikası.

1927: Bünyan Dokuma Fabrikası; Ankara-Kayseri demiryolu; İstanbul Radyosu yayına başladı; Samsun-Havza-Amasya demiryolu; Bursa Dokumacılık Fabrikası açıldı.

1928: Anadolu Demiryolu Şirketi yabancılardan satın alındı; Haydarpaşa-Eskişehir-Konya ve Yenice-Mersin demiryolları yabancılardan satın alındı; Ankara Çimento Fabrikası; Halka okuma-yazma öğretmek için Millet Mektepleri açıldı ve 8 yılda 3 milyon kişiye temel eğitim verildi; Ankara Numune Hastanesi; Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü; İstanbul Bomonti’de Türk Mensucat Fabrikası; Ankara-Zile demiryolu; Malatya elektrik santralı; Kütahya-Tavşanlı demiryolu; Gaziantep Mensucat Fabrikası.

1929: Mersin-Adana demiryolu yabancılardan satın alındı; İstanbul-Ankara arasında telefon konuşmaları başladı; Ayancık Kereste Fabrikası; Trabzon Vizera hidroelektrik santralı; Haydarpaşa Limanı yabancılardan satın alındı; Kütahya-Emirler, Fevzipaşa-Gölbaşı demiryolu hizmete açıldı.

1930: Ankara-Sivas demiryolu ulaşıma açıldı; Kadınlar belediyelerde seçme ve seçilme hakkı kazandı; Ankara-Şarkışla demiryolu; İstanbul Galata Köprüsü’nden 70 yıldır alınan geçiş ücreti kaldırıldı; Ankara Etnografya Müzesi açıldı.

1931: Bursa-Mudanya demiryolu yabancılardan satın alındı; Gölbaşı-Malatya demiryolu; 10 ilde bölge sanat okulu açıldı; Çocuk Esirgeme Kurumu kuruldu; Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası kuruldu; Türk Tarih Kurumu kuruldu.

1932: Devlet Sanayi Ofisi kuruldu; Samsun-Sivas demiryolu açıldı; Sanayi Teşvik Kanunu ile toplam 1473 işletme teşvikten yararlandı; İzmir Rıhtım İşletmesi yabancılardan satın alındı; Türkiye Milletler Cemiyeti’ne üye oldu.

1933: Eskişehir Şeker Fabrikası; Sümerbank; Adana-Fevzipaşa ve Ulukışla-Kayseri demiryolu; İller Bankası; Halk Bankası; İstanbul Üniversitesi; Devlet Hava Yolları; Ankara’da yüksek Ziraat Enstitüsü  açıldı.

1938: Türkiye’nin  dış borcu 236 milyon dolardı. Cumhuriyet, ilk on yılda aldığı dış borcu  sanayi yatırımlarına kullanmıştır.  Lozan Antlaşması’na göre, Osmanlı’dan kalan borçlarının ödenmesi Cumhuriyet döneminde taksitlerle ödenmiş 1954 yılında borç kapatılmıştır.

Atatürk, 17 Şubat 1923’te İzmir İktisat Kongresi’nde söylediği gibi kazandığı askeri ve siyasi zaferi ekonomik zaferle taçlandırıyor: Önce Osmanlı’nın tüm bağımlılıklarına son veriyor:  Lozan’da kapitülasyonları kaldırıyor. Osmanlı borçlarını ödemeye başlıyor. Köylüyü ezen vergileri kaldırıyor. Tarlalar yeniden ekiliyor. Ülkenin dört bir yanında fabrikalar kuruyor. Türkiye üretmeye başlıyor. Türkiye üç beyazda; bez, şeker ve unda kendi kendine yeter hale geliyor.

1929 Dünya Ekonomik Krizi’ne rağmen 1924-1938 arasında Türkiye’nin büyüme hızı ortalama yüzde 8’in altına düşmüyor. 1889-1914 arasında Osmanlı’nın kalkınma hızı ortalama yüzde 2.2 civarındaydı. (Vedat Eldem, Osmanlı İmparatorluğu İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik, s. 316). Atatürk Türkiye’si enflasyonsuz, dış borçsuz kalkınıyor. 1923-1938 arasında GSMH 3 katına, kişi başına milli gelir 2 katına çıkıyor. 1923-1938 arasında, 11 yıl bütçe denkliği sağlanıyor, 3 yıl ise gelir giderden fazla oluyor. 1938’de Merkez Bankası’nda 36 milyon dolar döviz, 26 ton altın biriktiriliyor. Türk parası değerini koruyor.

1939: İlk Türk denizaltısı  Haliç’te denize indirildi.

1940: İkinci Türk denizaltısı Haliç’te denize indirildi.

Sağlık savaşı da veriliyor

Kurtuluş Savaşı bitmişti ama Anadolu’da salgın hastalıklar çığ gibi büyümüş durumdaydı. Terhis edilen askerler vasıtasıyla da hastalıklar ülkenin en ücra köşelerine kadar bulaştı. Atatürk’ün kurduğu genç Cumhuriyet tüm imkansızlıklara rağmen pek çok salgın hastalığa karşı mucizevi mücadele verdi. Yoksulluk içindeki devlet, Cumhuriyetin ilk yıllarda salgın hastalıklarla  imkansızlıklar içinde mücadele eden sağlık ordusu vatandaşından para almadan hizmet verdi. Sıtma, trahom, frengi, çiçek, difteri (kuşpalazı), kızıl, şark çıbanı  cüzzam…hepsiyle tek tek savaş verildi.

* Sıtma: Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkeyi en çok zorlayan hastalık oldu. Ülkede 5 milyon sıtmalı vardı. Tedavi için 50 ton kinin ilacına ihtiyaç vardı. 1924 yılı bütçesiyle sadece 1.381 kg kinin alınabilmişti. Bataklıkları kurutmaya çalışan genç doktorlar bu uğurda hayatını kaybetti.

* Frengi: Cumhuriyet’in ikinci büyük salgınıydı. 1925’te uzman hekimlerden oluşan Frengi Komisyonu kurularak tedavi usulleri tespit edildi, ciddi yaptırımlar getirildi.

* Çiçek: En iyi korunma yöntemi çiçek aşısıydı. Aşının yapıldığı yerde çıban çıkıyor, bir müddet sonra iyileşse de iz bırakıyordu. Çiçek çopuru (Çiçek yüzü)’nun en bilindik örneği Aşık Veysel’dir.

* Verem: Yüzde 15 ölüm nedeni olan ‘Verem’ hastalığında paranın önemi büyüktü ama devlet parasız tedavi ediyordu.

* 2 Mayıs 1920’de (Henüz Sakarya Meydan Muharebesi kazanılmadan) Mustafa Kemal Paşa, ilk sağlık örgütünü kurdu. Bu örgütün görevi milletin sağlığını korumaktı.

* Sağlık mücadelesi kentlerden köylere kadar yılmadan verildi. 1930 yılında Umumi Hıfzısıhha Kanunu çıkarılarak ülkede olan bütün salgın hastalıklarla mücadelenin devletin asıl görevi olduğu ortaya konuldu.

* Atatürk, 1924’te  Heybeliada Sanatoryumu’nu açtı…(2005’te kapatıldı)

(Prof. Dr. Bingür Sönmez’den alınmıştır)

Atatürk’ün gerçekleştirdiği devrimler, reformlar

Atatürk Devrimleri Tablosu

 

Atatürk devrimlerinin her biri ayrı bir kitap konusu. Burada iki örnek verelim. Birincisi: Atatürk’ün oluşturulmasında büyük emeği geçen Türk Latin alfabesi. Bu alfabe 1990’dan sonra Sovyetlerden bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin latin alfabelerine göre çok daha basit ve kolay kullanımlı.  Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) arşivinde yer alan“28 Teşrinievvel 1927 Umumi Nüfus Tahriri, Fasikül 3, Usuller Kanun ve Talimatnameler Neticelerin Tahlili” isimli çalışmaya göre, Harf Devrimi’nden önce Arap harfleri ile okuma yazma oranı erkeklerde % 12.99, kadınlarda  % 3.67, toplam nüfus içerisinde % 8.61‘den 1935 nüfus sayımı sonuçlarına göre % 19,25’e çıkmıştır. Osmanlı’da 200 yılda basılan kitap sayısı Cumhuriyetle birlikte, Harf Devrimi’yle birlikte 15 yılda gerçekleştirildi.

İkincisi: Türk kadınına 1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce Belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınmıştır. Milletvekili seçme ve seçilme haklarının da 5 Aralık 1934’de Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanınması.

1930’da Kanada’da yayımlanmış bir karikatür: Québec’te bir kadın, Türk kadınlarının oy hakkına sahip olduğunu öğrenir. Québecli kadınlar 25 Nisan 1940’ta oy kullanma hakkını kazandı.

Türkiye’de kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesinden 11 yıl sonra İtalya, 36 yıl sonra ise İsviçre kadınlara seçme ve seçilme hakkı verdi, İsviçre’ye bağlı Appenzell kantonunda ise  kadınlar ancak 1990’da oy verebildiler. Fransa’da 4 Ekim 1944’de yapılan yasa değişikliğiyle kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildi. 29 Nisan 1945’te ilk defa belediye seçimlerine katılan kadınlar 21 Ekim 1945’te de ilk defa parlamento seçimlerinde oy kullandılar. Kanada’da Québecli kadınlar 25 Nisan 1940’ta oy kullanma hakkını kazandılar. Şili 1931- 1946, Küba 1934, Filipinler 1937, Özbekistan 1938, Bolivya 1938-1952, Panama 1941, Dominik Cumhuriyeti 1943, Jamaika ve Bulgaristan 1944,  Japonya 1945, Sırbistan, Kuzey Kore, Guatemala, Makedonya ve Venezuela 1946, Malta, Singapur, Arjantin ve Meksika 1947, İsrail ve Güney Kore 1948,  Bosna Hersek, Çin, Kostarika ve Yunanistan 1949, Monaco 1962, İran 1963, Birleşik Arap Emirlikleri 2006 yıllarında kadınlara seçme, seçilme hakkı verdi.

II. Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletler kadınlara oy hakkı tanınmasını teşvik etti. 1979 yılında kabul edilen ve 189 ülkenin taraf olduğu Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Yok Edilmesi Sözleşmesi, oy hakkını temel bir hak olarak tanımladı.

Osmanlı’da hekim olmak isteyen kızlar tıp eğitimi almak üzere başka ülkelere gidiyorlardı. 1922 yılında kadınlara İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi’ne girme hakkı verildi. 1928’de İffet Naim (Onur), Müfide Kâzım (Küley), Hamdiye Abdürrahim (Maral), Sabiha Süleyman (Sayın), Suat Rasim (Giz) ve Fitnat Celal (Taygun) Tıp Fakültesinin ilk kadın hekim mezunları oldular.

Aslında Atatürk kadınlara haklarını vermeyi Kurtuluş Savaşının en kritik günlerinde kafasına koymuştu.  Örneğin: Daha önceki bölümlerde 16-21 Temmuz 1920’da Ankara’da toplanan Maarif Kongresine değinmiştik. Kongreye kadın öğretmenleri de davet ettiği için medrese mensubu bazı mebuslar Mazhar Müfit (Kansu) Bey’i Atatürk’e şikayet ederler. Atatürk Mazhar beyi çağırır ve azarlar ama bakın nasıl azarlar;
-“Ne yapmışsınız siz? Toplantıya kadın öğretmenleri de çağırmışsınız,
onları ne diye erkeklerden ayrı oturttunuz?
Utanmıyor musunuz?
Ayıptır.
Kendinize mi güveniniz yok, yoksa bu hanımların iffetine mi?
Bir daha kadınların erkeklerden ayrı tutulduğunu duymayayım
(Kaynak: Türkiye Barolar Birliği Yayınları: 355)

Yüzyıl önce günümüzü anlatmış

Ulu önderin ileri görüşüne bir başka örnek: 1920’de, günümüzün Batılı Devletlerini ve hükûmetlerini böyle anlatmış:

‘…..Batılı devletler, bazı makamların kesin teslimiyet taraftarlıklarından yararlanarak çalışmaktadırlar. Batılı devletler, ancak, zayıf ve kararsız hükümetler sayesinde amaçları doğrultusunda ilerleyecekler, zayıf ve kararsız hükümetler, dış baskılara boyun eğerek, iç kuvvetlerin gelişmesini kısıtladıkları gibi, kamuoyunu da devamlı surette korku ve endişe içinde tutarak, resmi ya da gayrı resmi kararların alınmasına engel olacaklardır.” 

Ordu yıpratılacak diye uyarmış

Mustafa Kemal’in 31 Temmuz 1920 da Afyonkarahisar Kolordu Dairesinde subaylara konuşmasından bölümler:

“…Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. Böyle bir milletin bağımsızlığı gasp olunur… Bağımsızlık sahibi olmak için kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder…Kuvvet ordudur. Ordunun hayat ve saadet kaynağı, bağımsızlığı takdir eden milletin, kuvvetin lüzumuna olan vicdanî imanıdır…Orduyu imha etmek için mutlaka subayı mahvetmek, aşağılamak lâzımdır…Bundan sonra milleti koyun sürüsü gibi boğazlamakta engeller ve müşkülat kalmaz…Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulunur. Malûm bir askeri hakikat, felsefi hakikattir; ‘ordunun ruhu subaylardadır.’… O halde subaylarımız, düşmanlarımız tarafından yıkılmak istenilen ordumuzu tamir edecek ve canlandıracak ve ordu ve milletimizin bağımsızlığını muhafaza edecektir.
Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil eden subaylardan bekler. İşte subayların, subayların yüce olan vazifesi budur.

Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlâl edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Subaylar, izah ettiğim yüce, mukaddes ve bütün açılardan üzerilerine düşen vazife itibariyle, bütün mevcudiyetleriyle ve bütün dikkat ve felsefeleriyle, giriştiğimiz bağımsızlık mücadelesinde birinci derecede faal ve fedakâr olmak mecburiyetindedirler.

Şahsi ve hususi itibariyle de subaylar, fedakârlar sınıflarının en önünde bulunmak mecburiyetindedirler.

Çünkü düşmanlarımız herkesten önce onları öldürürler. Onları aşağılar ve hor görürler.

Hayatında bir an olsa bile subaylık yapmış, subaylık izzetinefsini, şerefini duymuş, ölümü küçümsemiş bir insan, hayatta iken, düşmanın tasarladığı ve reva gördüğü bu muamelelere katlanamaz. Onun yaşamak için bir çaresi vardır; şerefini korumak! Halbuki düşmanlarımızın da kastettiği, o şerefi ayaklar altına almaktır.

Dolayısıyla subay için “ya istiklâl, ya ölüm” vardır.

Orduya kumpasları 91 yıl önce haber vermiş. Konuşmanın tamamını OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN 

Şer ve hayır

Osmanlı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne bıraktığı enkazlardan biri de olmayan eğitimdi. Osmanlı zamanında yüksek tahsil kurumu denebilecek sadece II. Abdülhamid’in Ağustos 1900’de kurduğu Darülfünun vardı. Darülfünun batılı tarz eğitim yapılanmasından uzak olduğu yanında hocalarının Cumhuriyet devrimlerine yeterli desteği verecek kapasitede olmadığı anlaşıldığından reformlar içerisinde Üniversite’ye dönüştürülmesi artık şarttı. Üniversitenin nasıl kurulacağına ilişkin tarafsız ve objektif bir rapor hazırlaması için Atatürk’ün talimatıyla Cenevre Üniversitesi’nden Pedagoji öğretim üyesi ve siyaset bilimcisi Prof. Albert Malche Türkiye’ye davet edildi.

Malche incelemeleri sonucunda bir rapor sundu. Raporda yeni İstanbul Üniversitesi’nde Batı Avrupa ülkelerinden gelecek öğretim üyelerinin görevlendirilmesini öneriyordu. Bu raporun gerçekleştirilmesi en zor önerisiydi ve büyük sorundu. Ama bir kez daha Atatürk’e kapılar sonuna kadar açılacak, istemediği kadar öğretim üyeleri, yardımcı personelleriyle birlikte neredeyse kendiliklerinden çıkıp geleceklerdi. 

30 Ocak 1933’te  Almanya’da iktidara gelmiş olan Naziler safkan, yani Aryan/Ari ırkından olmayanların ve özellikle Yahudileri veya rejim karşıtı (anti-nazi) olanları sindirme, sırasıyla önce işlerinden, daha sonra toplum yaşamından soyutlama ve nihayet yeryüzünden silmeleri sürecinde bilim adamlarını da hedef aldılar. Yahudi kökenli veya sosyalist eğilimli akademisyenlerin bilim ve irfan yuvalarından dışlanarak, faaliyet görmeleri yasaklandı. Bu durumla karşılaşan pek çok Yahudi ve Nazi muhalifi öğretim üyelerinin tek kurtuluşu Nazi Almanyasını terk etmek olacaktı.

1 Ağustos 1933’de Üniversite Reformu Yasası yürürlüğe girerken, sözleşmeleri  imzalanmış ilk etapta sayıları 300 den fazla çoğu Yahudi kökenli bilim adamları aileleriyle beraber Türkiye’ye gelmeye başladılar. İlk grup geldiği zaman Atatürk onları Dolmabahçe Sarayı’nda 28 Ekim 1933 akşamı Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine verilen bir ziyafete davet edip hepsiyle tek tek görüştü, onlara hoş geldiniz dedi.

Ünlü Alman bilim insanı ve sanatçılar, profesörler ve ailelerinin yanı sıra üniversitelerden genç araştırma görevlileri ve okutmanlar ile teknisyenler Atatürk döneminde Türkiye’de çalışma imkânı buldular.

Türkiye’nin bilim atmosferini değiştirdiler. Bu dönem, çağdaş bir üniversitenin kurulmasına, genç nesil bilim insanlarının yetişmesindeki katkılarının yanısıra birçok fakültenin geçmişinde etkin rol oynadılar. Onlarla birlikte yeni kürsüler açıldı, laboratuarlar ve kütüphaneler geliştirildi, Türkiye dünya literatürü ile tanışmaya başladı. Avrupa’yı etkileyen yeni fikir akımları bu akademisyenler yoluyla Türkiye’ye girdi. Tıptan ziraate kadar pek çok alanda yeni teknikler geliştirildi. Bilimsel çalışma ve araştırma yöntemleri uygulandı. Üniversitelerin yapılandırılması, düzenlenmesi onların önderliğinde oldu. Çağdaş bir Türkçe ders literatürü oluşturulmasına katkıda bulundular. Ayrıca birçok fakültede monografik araştırma dizileri ve dergiler çıkartarak, o güne kadar hemen hiç bilinmeyen Avrupa-Amerika örneklerinde olduğu gibi, yeni teorik araştırma sonuçları, belirli alanlardaki gelişmeler ve son durum hakkında genel görünümler ve Türk-Alman akademisyenlerin ampirik araştırmaları yayınlandı.

Aynı zamanda devlet hizmetinde danışmanlık görevinde bulundular. Yeni nesil Türkiye’nin üniversite yaşamına yön vererek bilim adamlarının yetişmesinde büyük rol oynadılar. Her yıl ayrı bir Anadolu kentinde düzenledikleri “Üniversite Haftası” ile halkı üniversite ile buluşturdular. Halkı eğitme ve bilgilendirme çalışmalarının yanında bu haftalarda Tıp alanındaki akademisyenler bu kentlerde ameliyat yapıyorlar ve konsültasyonlara katılıyorlardı.

Göçmen Alman akademisyenler eğitim ve üniversite reformlarında Atatürk’ün beyin takımını oluşturdular. Sonuçta Atatürk’ün yaşam çizgisinde bir başka kader çakışması oluşmuşi Nazi şerri dünyayı kana bularken Atatürk’e büyük hayrı dokunmuştu. Konuyla ilgili geniş açıklamaları OKUMAK İÇİN LÜTFEN TIKLAYIN.

Atatürk’ün Türk gençliği ile ilgili 1923’teki kehaneti

Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır: Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk gençliğine bırakacağımız vicdani emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız.

Milletin yükselme gerek ve şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mani olacağız.

Bunun için dimağlarımıza, irfanlarımıza, bilgimize, icap ederse bileklerimize, pazılarımıza, bacaklarımıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet sizin gibi evlatlarıyla layık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.

(Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.133)

Atatürk’ün en önemli kehanetlerinden biri  (günümüz Türkçesiyle)

…Gelecekte de, ……….. iç ve dış düşmanların olacaktır……Bağımsızlık ve cumhuriyetine kötülük edecek düşmanlar, bütün dünyada eşi görülmemiş bir yenginin temsilcisi olabilirler. Zorla ve hile ile yüce vatanın bütün kaleleri alınmış bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve ülkenin her köşesinin ele geçirilmesi  gerçekleşmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acı verici ve daha tehlikeli olmak üzere ülkenin içinde, iktidara sahip olanlar aymazlık ve sapkınlık ve hattâ hainlik içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri kişisel çıkarlarını, işgal edenlerin siyasî amaçlarıyla birleştirebilirler. Millet, yoksulluk ve zorunluluk içinde perişan ve güçsüz düşmüş olabilir…

Atanın bu sözleri bugünkü durumu büyük ölçüde yansıtmaktadır. TV de canlı yayında bağımsız olacağımıza keşke işgal edenlerin mandası olsaydık da laik olmasaydık diyen ülke içindeki büyük bir dinci kitle olduğu gibi Atatürk’ün yüceliğini bilenler de elbette var, onlar da büyük bir kitleydi. Büyük bir kitle ama yoksulluk ve zorunluluk derdine düşürülmüş, bölünmüş, sindirilmiş sesleri çıkmaz hale getirilmiş, Bush döneminde palazlanan, dünyada eşi görülmemiş bir güç sahibi haline gelen haçlı-siyonist plan çerçevesinde sistematik olarak pasifize edilmiş. Bir yafta eklemek gerektiğinde Ergenekoncu, darbeci, ırkçı olarak nitelendirilen.

Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi

Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahilî ve haricî bedhahların olacaktır. Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi, vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Mustafa Kemal Atatürk, 20 Ekim 1927.

Atatürk’ün Türk polisi, ordusu ve adaletin yozlaşacağına ilişkin kehaneti

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Mustafa Kemal Atatürk. Bursa Nutku. 5 Şubat 1933

Bursa Nutkunun hikayesi

Atatürk ve Rıfat Börekçi (Atatürk’ün manevi kızlarından Rukiye’nin nikâh töreninde 22 Mayıs 1930

Şubat 1933’te Bursa Ulu Cami’de Türkçe ezan okunur. Cemaat, cuma namazından çıkışta topluca Evkaf Müdürlüğü’ne gidip, ‘Niye ezan Arapça okunmuyor?’ diye sormuş, cevap alamayınca aynı niyetle valilik binasına yürümüştür. Heyecana kapılan valilik memurları olayı kolluk kuvvetlerine bildirirler. O esnada Atatürk bir yurt gezisi kapsamında İzmir’deyken, kendisine acil telgraf gelir. Telgrafta, Bursa Ulu Cami’de toplanan bir grubun Türkçe ezan okunmasına karşı bir ayaklanma girişiminde bulundukları ve Bursa Valiliği’ni bastıkları haber verilir. İzmir gezisini iptal eden Atatürk, Bursa’ya gider ve ayaklanma olmadığını öğrenir, ayrıca Anadolu Ajansı’na yatıştırıcı bir açıklamada bulunur. Daha sonra, Çekirge yolu üzerinde bulunan bir köşkte Atatürk’ün katıldığı bir akşam yemeğinde bir kişi Atatürk’e cemaatin yürüyüşü ile ilgili : “Bursa gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…” şeklinde bir söz sarfetmesi üzerine Atatürk konuşmakta olan kişinin sözünü keser ve “Bursa Nutku” diye anılan konuşmayı yapar.

Bu konuşmayla ilgili olarak Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, “Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi” adlı kitabında şu yorumu yapmış: “Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile ‘zaaf’ içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen, ama gençliğe böylesine ‘sınırsız’ bir güven besleyen, böylesine ‘çek’ veren, gençliği böylesine ‘son çare’ olarak gören bir devrimci yoktur! Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.

Atatürk’ün 1933 de 10. Yıl Nutku’ndaki kehaneti

Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır. Bu söylediklerim hakikat olduğu gün senden ve bütün medeni beşeriyetten dileğim şudur: Beni hatırlayınız.

Sanki yıllar sonra olacakları, ülke yönetiminin hangi kafaların eline geçeceğini, ulusal bayramların kutlanmasının bile yasaklanacağını, birilerinin din devleti peşinde koşturacağını görmüş, milletine vasiyetini bildirmiş. Ancak Atatürk son iki cümlenin üzerini çizmiş ve nutkunda okumamış.
Atatürk nutkun metnini kendi el yazısıyla yazmış. Metni tarihçi Hikmet Bayur’a okutmuş. Bayur o sırada Çankaya Köşkü’nde Genel Sekreter. Bayur Atatürk’ün en güvendiği ve değer verdiği insanlardan biriydi. Bu güvene layık olduğunu onun ölümünden önce ve sonra defalarca kanıtlamıştır. Bayur metni okumuş ama sıra o cümleye gelince içi burkulmuş ve şöyle demiş: “Gazi Hazretleri, eğer izin verirseniz bir şey söylemek istiyorum. Bu cümle bir vedayı hatırlatıyor. İnsanlar elbette fanidir ama böyle mutlu bir günde milletin kalbini bir veda acısıyla yakmayınız.”

Hikmet Bayur, olayın sonrasını anlatıyor: “Benim bu sözlerimden sonra düşündü, yüzüme uzun uzun baktı ve aynen şöyle dedi: “Bu söylediğin doğrudur. Ben bu cümleyi kaldıracağım. Ama bunu bana kaldırttığın için ileride, ben öldükten sonra inşallah pişmanlık duymazsın

Bugün olacakları taaa o günden biliyormuş.

Türk Cumhuriyetlerini 56 yıl önce görmüş

Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir.” Atatürk 29 Ekim 1933

Atatürk 1933 yılında Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan güneşi göstererek şunları söyler: “Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş olarak gerçekleşecektir. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen, bunları yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir uyum ve işbirliği çağı alacaktır.

Atatürk’ün bu büyük kehaneti de,  Sovyetler Birliğinde Stalin sonrası birtakım reformlar, perestroyka (yeniden yapılanma), glasnost (açıklık) yapılmasına rağmen, bundan 56 yıl sonra, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla aynen gerçekleşmiştir.

Atatürk İznik’in kayıp kapısını biliyormuş

Atatürk, 15 Temmuz 1936′da Yalova’dan Bursa’ya geçerken İznik’e uğramıştı.’ Yanında Celal Bayar, Afet hanım ve daha bazı arkadaşları vardı. Afet hanım İznik’i gezmek için Atatürk’ten izin alır. Atatürk:

– “Hay, hay… Gidebilirsiniz fakat asıl İznik’i göremeye­ceksiniz. Çünkü o toprağın altındadır” der.

Atatürk etrafındakilere sorar:
– “İznik kaç kapılıdır?” Bir İznikli yanıt verir:
– “Üç kapısı vardır efendim. Bulunduğumuz yerin doğusundaki kapı, kuzeyindeki Yenişehir kapısı, güneyindeki İstanbul kapısı…”
Atatürk’ün “Peki Batı kapısı nerede?” diye sorması üzerine İznikli öyle bir kapının olmadığını ve böyle bir kapıyı bilmediklerini söyler.
Atatürk bir müddet susar. Ve o konuyla ilgili başka bir söz etmez. Konu kapanır.
Aradan yıllar geçer.
Biriken suları İznik Gölü’ne akıtmak için kanal açmaya uğraşan işçiler, suların kendiliğinden boşluk bularak akmaya başladığını görürler. Kazıya devam edilir. Sonunda toprağın altından tam teşkilatlı kurşun bir kapıyı ortaya çıkartırlar. İşte bu kapı Atatürk’ün aradığı ve bahsettiği kapıdır!

İngiltere Kralının akıbetini de önceden görmüş

Eylül 1936’da İngiltere Kralı 8. Edward ve sevgilisi Bayan Simpson Atatürk’ün misafiri olarak İstanbul’dalar.

Atatürk ve konukları bulundukları geminin güvertesinden Moda’da yapılan deniz yarışlarını seyrediyorlardı.

Bir ara Bayan Simpson elinde dürbün ile yerinden kalkar, güvertenin diğer ucuna doğru yürürken, Kral da Atatürk’ü başı ile selamlar, sevgilisinin arkasından O’nu takip ederken Atatürk yanındakilere eğilerek:

Kralın, madama karşı zaafı olduğunu görüyorum. Korkarım ki tahtını bu kadın yüzünden kaybedecek.” der.

Gerçekten de bir süre sonra 8. Edward, Bayan Simpson yüzünden tahtından feragat eder.

Bayan Wallis Simpson’un sağlam ayakkabı olmadığını Atatürk müthiş yeteneğiyle anlamış. Nitekim yıllar sonra açıklanan İngiltere Devlet arşivindeki gizli belgelere göre Wallis Simpson’un,  8. Edward’ı Guy Marcus Trundle adlı bir otomobil satıcısıyla aldattığı ortaya çıktı. 

Kaynak: Aşkı uğruna tahtı bırakan VIII. Edward da aldatılmış http://www.hurriyet.com.tr/dunya/aski-ugruna-tahti-birakan-viii-edward-da-aldatilmis-125078

Kıbrıs’ın geleceğini de görmüş

Atatürk’ün uzun yıllar hizmetinde bulunmuş Kıbrıslı bir bilim adamı olan Saffet Engin (Arın Engin) Hatay’ın Anavatan’a katılmasını izleyen günlerde Atatürk’e Kıbrıs’ın geleceğinin ne olacağını sorar. Büyük kurtarıcı, Saffet Engin’in gözüne dikkatle baktıktan sonra, onun buğulanan gözleri önünde bir baba şefkatı ile omuzuna parmaklarının ucu hafifçe dokunarakOnun da sırası gelecek Saffet Beyder.

Kaynak: Derviş Manizade, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Derneği İstanbul Bölgesi Yayınları, İstanbul, 1975, s.23.

İkinci Dünya Savaşını ve sonuçlarını haber vermiş

1930 yılında ABD’den West Point Askeri Akademisi’nde okuyan üç subay adayı Türkiye’ye geldi ve Atatürk ile söyleşi yaptı. Bunlardan biri sonradan Japonya’ya karşı Pasifik savaşını ve Kore Savaşını yöneten General Mac. Arthur idi. Mac. Arthur’un sonradan yazdığı kitaptan öğreniyoruz ki Atatürk Avrupa’nın geleceği ile ilgili şunları söylemiş.

Birinci Dünya Savaşı Almanya’yı ezmiştir. Almanya’ya küçük düşürücü bir andlaşma dikte edilmiştir. Almanya onurludur. Bu şartları kaldırmayacaktır. Çıkacak çatışmada İngiltere hariç tüm Avrupa Almanya tarafından işgal edilecektir. Ancak bu işlerin sonucunda tüm faydaları toplayan Rusya olacaktır. Rusya bu durumda bize karşı dönecek ve bizi tehdit edecektir. İşte biz o zamana kadar bu an için hazırlıklı olacağız ve gücümüzü harcamadan bu sorunu defedeceğiz.

Bu arada belirtelim ki görüşme yılı 1930 ve çok erken. Hitler 1932’den sonra piyasaya çıkıyor ve 1934’de iktidara oturuyor. Savaşı 1939’da çıkartıyor ve savaş 1945’de bitiyor. Stalin 1946’da Türkiye’den Boğazları ve toprak istiyor. İlk anda korkup Türkiye’yi yanlız bırakan ABD ve İngiltere 1949’dan itibaren Missouri zırhlısını İstanbul’a göndererek Türkiye’ye arka çıkıyor.

Atatürk devam ediyor:
Versay Antlaşması I. Dünya Savaşı’na sebebiyet vermiş olan nedenlerden hiç birini halledemediği gibi, bilakis dünün başlıca rakiplerinin arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirmiştir. Zira galip devletler mağluplara sulh şartlarını zorla kabul ettirirlerken, bu memleketlerin Etnik, Jeopolitik ve İktisadi özelliklerini asla nazarı itibara (dikkate) almamışlar ve sadece intakam hisleri ile hareket etmişlerdir. Böylelikle bu gün içinde yaşadığımız sulh devresi sadece mütarekeden ibaret kalmıştır. Eğer siz Amerikalılar Avrupa işleri ile ilgilenmekten vazgeçmeyerek Wilson’un programını tatbik etmekte ısrar etseydiniz, bu mütareke devresi uzar ve bir gün devamlı bir sulha müncer olabilirdi, (barışa ulaşılabilirdi) Bence dün olduğu gibi, yarın da Avrupa’nın geleceği Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalade bir dinamizme sahip olan bu 70 milyonluk çalışkan ve disiplinli millet üstelik milli ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasi akıma kendisini kaptırdı mı, er geç Versay antlaşmasının tasviyesine gidilecektir.

Atatürk, Almanya’nın İngiltere ve Rusya hariç olmak üzere bütün Avrupa Kıtasını işgal edebilecek bir orduyu kısa bir zamanda oluşturabileceğini, savaşın 1940-1946 yılları arasında başlayacağını ve sona ereceğini, Fransa’nın ise kuvvetli bir ordu yaratmak için lazım gelen nitelikleri artık kaybettiğini ve İngiltere’nin Adalarını savunmak için bundan sonra Fransa’ya güvenemeyeceğini önceden bilmiştir.

O yıllarda Dünya’nın büyük devletleri olarak kabul edilen Amerika, İngiltere ve Fransa’daki yöneticiler I. Dünya Savaşı gibi bir savaşın asla olmayacağını iddia ediyorlardı. Atatürk ise bütün bunların aksine yeni bir dünya savaşının çıkacağını ve bu savaşı da Hitler’in başlatacağını söylüyordu.

–   “Savaşı o başlatacak, insanlığın başına bela olacak” diyordu.

1938 yılında hastalığının ilerlediği günlerde bile savaşın yakınlaştığını hissediyordu. Gerçi birçok tedbirler almıştı ama onun tek isteği Türkiye Cumhuriyeti’nin bu savaşın dışında kalmasıydı. Tıpkı İttihat ve Terakki Yöneticileri’ni I. Dünya Savaşı’na girmemeleri konusunda uyarması gibi. Onun bu isteğini vefatından sonra İsmet İnönü gerçekleştirmiştir.

Şöyle diyordu:
–   “Bu harp neticesinde dünyanın vaziyeti ve dengesi baş­tanbaşa değişecektir. İşte bu devre esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza I. Dünya Savaşı’ndan sonra mütareke zamanında ne geldiyse, ondan daha ağırlarının geleceğini görüyorum.
Savaşın çıkış tarihini net bir şeklide söylemiş olduğuna şahit olanların sayısı bir hayli fazladır.

Majino hattını boşuna yapmışlar

Ankara’da yabancı diplomatların da bulunduğu bir toplantıda Majino hattından söz açılmış; yabancılar bu savunma hattını çok övmüşlerdi.

Atatürk söylenenleri dinledikten sonra der ki:

Nasreddin Hocanın türbesini biliyor musunuz? Cephesi duvarla örülüp kapısına kocaman bir kilit asılmıştır. Fakat üç tarafı tamamıyla açıktır.”

Fransızlar, Almanların Fransa’yı istila etmelerini önlemek için sınıra, o zamanlarda aşılması mümkün görülmeyen, Majino Hattı olarak adlandırılan bir savunma hattı yapmıştı.

İkinci Cihan Savaşı’nın başlaması ile birlikte 1939 yılında Alman ordusu, Majino hattını 12 saatte geçerek Paris’e girmişti.

Atatürk’ün bu konudaki öngörüsü de gerçekleşmişti.

Mussolini’nin sonunu bile bilmiş

Celal Bayar “Atatürk’ten Hatıralar” kitabında: “Azami üç yıla kadar dünyada bir savaş patlayacağına ve bunun tesirlerinin Türkiye’de yakından duyulacağına ilişkin olarak Atatürk’e hükümet kanalından hiç bir bilgi verilmemiştir” derken, Atatürk’ün geleceği önceden görebildiğini doğrulamaktadır.
Atatürk adeta tüm dünyanın geleceğini okuyordu. Örneğin İtalya için de şu görüşlere yer vermiştir:

–   “İtalya Mussolini idaresi altında şüphesiz büyük bir kalkınmaya ve inkişafa (gelişmeye) mazhar olmuştur. Eğer Mussolini müstakbel (gelecekteki) bir harpte İtalya’nın zahiri (görünen) heybet ve azametinden harp haricinde kalmak suretiyle yeterince yararlanabilirse, sulh masasında da başlıca rollerden birini oynayabilir. Fakat korkarım ki, İtalya’nın bu günkü şefi, Sezar rolünü oynamak hevesinden kendisini kurtaramayacaktır…

13 Nisan 1934. Edremit’de Ordu Evinde verilen yemekte İtalya olayları, Mussolini’nin Kara Gömleklileri konuşulurken  Atatürk şunları söylemiştir:

Mussolini bir maceraperesttir. Milletini bir uçuruma sürüklemektedir. Şunu hatırlatırım ki bir gün gelecek, Mussolini’yi kendi milleti linç edecektir. Bu sözlerimi kehanetime mal etmeyiniz. Bunlar benim kendi görüşlerimdir.

Yıl 1945. İkinci Dünya Savaşı son bulmuş; İtalya mağlup ülkeler arasındadır. Mussolini metresiyle birlikte İtalya’dan İsviçre’ye kaçarken sınırda İtalyan gençleri tarafından yakalanır. Metresiyle birlikte öldürülür. Her ikisi de ayaklarından asılarak, sallandırılırlar.

İkinci Dünya Savaşında Amerika ne yapacak?

Atatürk aynı zamanda Amerika’nın geçen savaşta olduğu gibi bu gelecekteki muhtemel savaşta da (II. Dünya Savaşında) tarafsız kalamayacağını ve Almanya’nın ancak Amerikan müdahalesiyle mağlup edilebileceğini de sözlerine ilave edip şöyle devam etmiştir:

– “Avrupalı devlet adamları başlıca anlaşmazlık konusu olan önemli siyasi meseleleri her türlü milli bencilliklerden uzak ve yalnız toplum yararına uygun olarak son bir gayret ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım ki, felaketin önü alınamayacaktır. Zira Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve Almanya arasındaki anlaşmazlıklar problemi olmaktan artık çıkmıştır. Bu gün Avrupa’nın doğusunda bütün medeniyeti ve hatta bütün insanlığı tehdit eden yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddi ve manevi imkanlarını topyekûn bir şekilde ihtilali gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik Avrupalılar ve Amerikalılar’ca henüz malum olmayan yepyeni siyasi metodlar tatbik etmekte ve rakiplerinin en küçük hatalarında bile mükemmelen istifade etmesini bilmektedir. Rusya’nın yakın komşusu ve bu memleketle çok savaşmış bir millet olarak biz Türkler, orada cereyan eden olayları yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla görüyoruz. Uyanan Doğu milletlerinin düşüncelerini mükemmelen istismar ederi, onların milli ihtiraslarını okşayan ve kinlerini tahrik etmesini bilen bolşevikler yalnız Avrupayı değil, Asyayı da tehdit eden başlıca kuvvet halini almıştır.”

Atatürk, 1935’de bir Amerikalı gazeteci kadının; “Eğer bir savaş olursa Amerika tarafsız kalabilir mi?” sorusuna, “Hayır, imkanı yok” demiştir. Türkiye’de komünizm tehlikesi olup olmadığına verdiği yanıt; “Türkiye’de komünizm olmayacaktır. Çünkü Türk hükümetinin ilk amacı, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu kadar sivil halkımıza da iyi bakmaktır.

(Falih Rıfkı Atay. Atatürkçülük nedir? Pozitif Yayınları 2019 Sayfa 92)

Hitler ne yapacak?

Atatürk, Hitler tarafından kendisine yollanan bir filmi yanındakilerle birlikte sofraya oturmadan önce izlemiştir. Bu, Hitler ve Partisinin bir propaganda filmidir. Salon aydınlanınca Atatürk ve arkadaşları sofraya geçmişlerdir ve âdet olduğu üzere, “Nasıl buldunuz?” diye sormuştur. Etrafındakilerin yanıtlarını dinledikten sonra şunları söylemiştir:

Efendim, bu adam, filmde gördüğünüz gibi rol icabı bir hamle ile işe başladı. … Bugün Almanya’nın bütün askerî gücü onun elinde. Yarın harbe girişecektir. O ve onun mukallidi Mussolini harbe hazırlıkla meşguller. Evet, yakın bir gelecekte harbe dalacaklardır. Dalacaklardır, çünkü asker değillerdir, harp ne demek bilmezler… Harp bir felakettir ve hele bu iki müttefik için mutlaka ölümdür. Talih Almanya’ya öyle bir toprak vermiştir ki, o, daima iki ateş arasında kalmaya mahkûmdur.

Körü körüne hesapsız, kitapsız bir nefis itimadı, tamamen otomatik bir ordu sistemi, ilk hamlede korkunç bir kuvvet tesiri yapacak, fakat bir kere bir tarafı sakatlandı mı, tarumar olacak, o çalışkan millet yere serilecektir. Ortada ne Hitler, ne teşkilatı kalacaktır. Mussolini’den hiç bahse hacet yoktur, o, efendisinin ortadan kalktığı gün yok olacaktır…

Kaynak: Prof. Ali Canip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, ss. 816 – 817.

İnsanlar uzaydan Dünya ile iletişim kuracaklar

Atatürk 28 Mayıs 1936 tarihinde düzenlenen Türk Hava Kurumunu ziyareti toplantısında şunları söylemiştir:

Geleceğin en kıymetli silâhı da hiç kuşkunuz olmasın uçaklardır. Bir gün insanoğlu uçaksız da göklerde yürüyecektir. Gezegenlere gidecek belki de bize Ay’dan mesajlar yollayacaklardır. Bu mucizenin gerçekleşmesi için 2000 yılını beklemeye gerek kalmayacaktır. Gelişen teknoloji bize daha şimdiden bunu müjdeliyor. Bize düşen görev ise Batıdan bu konuda geri kalmamaktır“.

 

Türk ordusu kurşun atmadan Hatay’a giriyor

Fransa, 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık verdi ve Suriye’den çekileceğini ilan etti. Suriye: “İskenderun Sancağı Suriye’ye bağlanmalıdır” diye diretti. Atatürk “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz” diyordu.

Atatürk, 1936’da İskenderun Sancağı olarak bilinen bölgeye “Hatay” adını verdi. Hititlerin Ön Türklerden olduğuna inanan Atatürk’ün M.Ö. 1200’lerde Amik Ovasındaki Hitit Prenslikleri’nin birleşerek kurduğu, başkenti bugünkü Kırıkhan yakınlardaki Kanula olan Hattena Krallığından esinlenmiş olduğu tahmin edilmekte.

Atatürk “Hatay Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” Başkanı, 2. Kolordu emrinde Kuva-yi Milliye komutanı, Reyhanlı Türkmenlerinin Mursaloğlu aşiretinden Tayfur Sökmen’i Ankara’ya çağırarak, cemiyetin adının “Hatay Egemenlik Cemiyeti” olarak değiştirilmesini istedi. Atatürk Türkiye 1936 seçimlerinde, Tayfur Sökmen’i Antalya’dan bağımsız milletvekili seçtirdi. Yakınlarının: “Niçin Adana veya Antep değil de Antalya” sorusuna Atatürk: “Günü gelince (L) harfi yerine (K) harfini koyacağız. Böylece Antalya Antakya olacak” dedi.

Atatürk 7 Ocak 1937’de Konya’dan: “Ben memleketi hiçbir zaman savaşa sürüklemem, fakat Hatay benim için vazgeçilmez bir davam olmuştur. Gerekirse devlet başkanlığından istifa ederim… Bir yurttaş olarak, Hatay topraklarına geçerim ve mücadele ederim…” diyerek kararlı bir demeç verdi.

Atatürk, 29 Ekim 1937’de katıldığı son Cumhuriyet Balosu’nda, Fransız Büyükelçisine: “…Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim. Hatay’ı alacağım. Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getiremezsem onun huzuruna çıkamam...” diyordu. Görüşme ile ilgili olarak daha sonra“… Bu benim şahsî meselemdir. Durumu Büyükelçiye, daha başlangıçta, açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda, böyle bir meselenin Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir çatışmaya sürüklenmesi kesinlikle mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım. Kararımı vermiş bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirse, Türkiye Cumhurreisliği’nden ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim. Bir fert olarak bana katılacak bir kaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim. Oradakilerle el ele verip mücadeleye devam edeceğim” dedi.

Atatürk hasta haliyle, doktorların karşı çıkmasına rağmen 21 Mayıs 1938’de Mersin’de, 24 Mayıs 1938’de Adana’ya gelerek askerlere resmi geçit yaptırttı. Amacı, Fransa ve Suriye’ye gözdağı vermekti. Mersin ve Adana ziyaretleri, Atatürk’ün hastalığını artırmış, kötüleştirmiştir. 8 Haziran 1938 günü doktor çağrıldı.

Atatürk’ün Hatay’ı silâh zoruyla alabileceğini anlamış olan Fransızlar bir askerî anlaşma yapmayı istediler. Atatürk de zaten savaş, hayatî olmadıkça yapılmamalı görüşündeydi. Orgeneral Asım Gündüz komutasındaki Türk Askeri Heyeti ile Fransa’nın Suriye Orduları Kumandanı Orgeneral Huntzinger başkanlığındaki heyeti arasında, 3 Temmuz 1938’de Antakya Lisesi’nde anlaşma imzalandı. Anlaşma ile Hatay’da tarafsız bir seçim kabul edildi. Varılan anlaşmaya göre Hatay’da asayişi 6 000 kişilik bir güç sağlayacak; bunun 2 500’ü Türkiye’den, 2 500’ü Fransa’dan 1 000’i Hatay’dan karşılanacaktı.

5 Temmuz 1938 Salı günü Kurmay Albay Şükrü Kanatlı’nın komutasındaki 2 500 kişilik Türk birliği (48. Takviyeli Dağ Alayı) iki kol halinde sabah 5.00’te Payas’tan, 6.00’da da Hassa’dan sınırı geçip Hatay’a girdi. Türk Ordusu’nun geleceğini duyan Hataylılar geceden sokağa fırlamış, sınıra koşuyorlardı. Ordu İskenderun’dan geçti. İskenderun’a girdiği caddeye sonradan 5 Temmuz Caddesi adı verildi. Antakya da tamamen boşalmıştı. Kentin girişinde 80‐100 bin civarında bir kalabalık, orduyu bekliyordu. Türk Ordusu şehre girerken, tören alanında bir Fransız taburu da selam vaziyeti almıştı. Toplanan halktan büyük bir heyecanla, “Yaşasın Türk askeri… Yaşasın Atatürk…” sesleri yükseliyordu.

Atatürk Türk Askerinin Hatay’a giriş zaferini kutlamak için 10 Temmuz 1938 günü, küçük bir motorla İstanbul Boğaz’ında gezintiye çıktı. Ateşi, 39 dereceyi aştı ve yatağa düştü.

Hatay Meclisi 2 Eylül 1938 günü açıldı. Hatay Devleti ilan edildi, başkent Antakya oldu. Antakya, İskenderun ve Kırıkhan ilçelerine, Reyhanlı ve Yayladağı ilçeleri eklendi. İstiklal Marşı Milli Marş, Atatürk’ün şeklini verdiği Türk Bayrağı’na benzer bayrak (yıldız kırmızı renkte), Hatay Devleti’nin Bayrağı olarak kabul edildi.

Atatürk, dediklerinin lafta kalmadığını bir kez daha ve de son olarak dünya aleme göstermişti. İzlediği Hatay politikasında kendisine ait olan “Yurtta sulh, cihanda sulh” sloganını uygulamıştır.

Onun yaptıklarını başkası yapabilir miydi?

Şunu itiraf etmeliyiz ki; Şayet hiçbirimiz olmasaydık, M. Kemal yapılanı yine yapardı, ama o olmasaydı hiç birimiz yapamazdık.” Rauf Orbay (Hayatının son yıllarında eski Terakkiperver Cumhuriyet Partisi paşaları ile bir toplantısında söylemiştir. Falih Rıfkı Atay – Atatürkçülük Nedir? Pozitif Yayınları 2019 Sh. 176)

Mustafa Kemal Paşa mücadeleye atılmasaydı bu memleket kurtulamazdı. Anadolu’nun tehlikeye düşen yerlerinde, batıda, doğuda ve güneyde başlayan bir yurtsever düşüncenin mahsulü olan zayıf millî mukavemet hareketleri Mustafa Kemal Paşa tarafından birleştirilmeseydi, her biri ayrı ayrı kolayca bastırılabilirdi. Nur içinde yatsın Büyük Kurtarıcı.Rauf Orbay (Tevfık Bıyıklıoğlu. Atatürk Anadolu’da, Önsöz, s. 4; Sabahaddin Selek, Anadolu İhtilâli, l., s. 120)

Mustafa Kemal, Milli Mücadele başında Karabekir’in ordusuna, Rauf’un akıllıca öğütlerine, Ali Fuat ve Refet’in savaş alanındaki etki ve bilgilerine muhtaçtı. Kazım (Karabekir) Paşa Trakya’dan tayin olduğu Erzurum’a giderken Mustafa Kemal’i Şişli’deki evinde ziyaret ettiğinde ne yapıp yapıp bir komutanlık bulup Anadolu’ya gitmesini, direnişin başına geçmesini, tüm yurtsever subayların onun peşinden gitmesini istemiş, ‘sen gelmezsen ben kendi başıma harekete geçeceğim’ demişti.

Atatürk Amasya’dan Erzurum’a, Sivas’tan Ankara’ya adım adım bu dört arkadaşının  yardımlarıyla ilerleyebilmişti. Güçlü bir ordunun komutanlığına ve dünyanın tanıdığı bir devletin başkanlığına yükselmesi, Gazi unvanını kazanması onların yardımıyla attığı temellere dayanarak olmuştu.

İhtilâlin bu ilk kurucuları da Mustafa Kemal’i azimli bir önder görerek emri altına girmeyi baştan kabul etmişlerdi. Savaşın ilk döneminde arkadaşlarının gereksinme duydukları şey, Mustafa Kemal’de gördükleri bu olağanüstü haldi. Onun  düşünceleri ötekilerden her zaman bir adım ileride, hareketleri bir derece daha kesin olmuştu. Ötekilerin o eksik olan önderlik niteliği onda vardı. Rauf Bey, prensip sahibi, kısır görüşlü; Kazım Karabekir, dürüst, iyi asker, ama esneklikten yoksundu. Fethi atılgan, ancak ihtiyatsızdı. Ali Fuat’ın elinden iş gelir, ama zekası fazla işlek değildi. Hepsi yurtsever, kafaları çalışan sağduyu sahibi, usta askerlerdi. Ancak aralarında iç ve dış sorunları etraflı biçimde kavrayan, özel bir akıl ve içduyu karışımına sahip alan tek insan Mustafa Kemal’di. Üstelik, böyle tehlikeli bir işi başarılı bir sonuca ulaştırmak için gerekli olan irade yalnız onda vardı.

Atatürk kendisine eşit olan ya da olabilecek kimseler karşısında daha ihtiyatlı bir tavır takınırdı. Bu hali, başlangıçtaki silah arkadaşları karşısında daha kesinleşmişti. Çünkü onların da kendisine kıyasla bir çeşit üstünlükleri olduğunu hissediyordu. Arkadaşları türlü sosyal tabakalardan gelme kimselerdi. Rauf Bey Kafkas soyundan, Ali Fuat ise birkaç kuşak öncesinden saygı duyulan bir asker ailesinden geliyordu. Refet’in atalan Tuna boylarında yaşamış özgür toprak beyleriydi. Hepsi, soylarına­ karşı duyulan saygıdan ötürü kendilerine güvenen, dürüst davranmakta­ güçlük çekmeyen, önderliğe doğuştan alışkanlıkları olan birer cen­tilmen sayılırlardı.
Mustafa Kemal, sert yönlerini yumuşatmış olan bütün inceliklerine rağmen, orta tabakaya mensup bir aileden geldiğini biliyordu. Bunu başka göstermek şöyle dursun, kendi kişiliğini ve gücünü daha da belli et­mek için, bir halk çocuğu olduğunu ileri sürmekten ve soyca kendisine üs­tün olanların göreneklerine karşı gelmekten çekinmiyordu.

Ötekilere gelince, onlar da ona sevgiden çok, saygıyla bakarlardı. İdealist Rauf onu bugün için yararlı bir adam olarak görüyor, ama gelecekte gerekliliğine pek inanmıyordu. Daha katı ve politikadan daha uzak bir insan ola­n Ali Fuat ise, onu bir eylem adamı olarak kabul ediyor, ayrıca eski bir­ arkadaş gözüyle görüyordu. Refet’e gelince, o Mustafa Kemal’in yetenekl­erine değer vermekle beraber, niyetlerinden kuşkulanıyor ve kendisine­ ötekilerden daha az saygı gösteriyordu. Bununla birlikte, hepsinin ortak nitelikleri, ülkelerine karşı besledikleri köklü ve  derin sevgiydi.

Osmanlı hükümdarları, Anadolu köylüsünü her zaman aşağı görmüş, ihmal etmişlerdi. İmparatorluğun belkemiğini oluşturan bu köylüydü ve Mustafa Kemal ile arkadaşları, İmparatorluktan geri kalanı kurtarmak için onlara güveniyorlardı. (Lord Kinross. Bir Milletin Yeniden Doğuşu)

Atatürk daha farklıydı

Dik duruşu, yüzünün keskin çizgileri ona tam bir asker hali veriyordu. Ancak kendisinde, çevresindeki arkadaşların, ölçüsü, ritmi, temposuyla çok gerilerde bırakan gizli ve başka türlü bir üstünlük vardı. Vücut yapısı daha inceyken onlardan daha iri görünür, adımları ağır olduğu halde daha hızlı yürüyor sanılırdı. Solgun teni, geniş çıkık elmacık kemikleri, ince parmaklı uzun elleri ve hızlı hareketleri bile onu, ötekilerden ayırmaya yeterdi.

Mustafa Kemal’deki bir diğer farklı unsuru asıl yansıtan şey, o açık renkli, sert ve kırpılmayan gözleriydi. Bu gözler, geniş alın ve yukarıya doğru kıvrık kaşları altında, meydan okur gibi sabit, soğuk bir ışıkla parıldar; her an bir şeyi görür, saptar, yansıtır; bundan başka, akıl ermez bir şekilde, sanki aynı zamanda her tarafa birden bakıyor gibi görünürdü. Bu özleri, büyük başı ve sağlam, çevik bacaklarıyla huzursuz bir kaplana benzerdi. Askerce bir deyimle, çeliğe özgü sertlik ve esnekliği kendinde birleştirir, yüksek sinirsel gerilimi ile, her an boşalmaya hazır bir yayı andırırdı.

Yurt sevgisi, Mustafa Kemal’e iki kaynaktan geliyordu: bir yandan gençliğinden beri ülkesinin kaderi karşısında duyduğu övünç, bir yandan da yurdun, yabancılar ve beceriksiz yöneticiler elinde gitgide çökmesinden doğan bir utanç duygusu. Bu sevgi, uğruna çarpıştığı  vatan toprağına, Rumeli’nin ova ve dağlarına, Anadolu’nun geniş düzlüklerine karşı beslediği bağlılıkla daha derinleşmişti. Kendisiyle bir arada savaşmış olan insanları yakından tanımasının da bunda önemli payı vardı.

Mustafa Kemal, Türk halkı üzerinde hayale kapılmıyordu. Onun katı, tutucu, kadere inanır, zekâ ve inisiyatif bakımından ağır davranışlı olduğunu bilmiyor değildi. Ama aynı zamanda inatçı, sabırlı, dayanıklı, savaşçı, üstlerine bağlı ve gerekirse aldığı emre uyarak canını vermeye hazır olduğunu da biliyordu.

Erişmeyi tasarladığı son amacı ve geçmesi gereken yolları, gaipten haber almaya varan bir açıklıkla, önceden görüyordu. Dost, düşman herkesin ruhunu okuyan görüşüyle, yolunun üzerine dikilecek askeri ve siyasi nitelikteki engelleri seziyor, bunları yenmek için kullanacağı çareleri araştırıyordu. Gerçekçi tabiatı ile mücadelenin uzun süreceğini ve sabırla, adım adım hazırlanacağını biliyor, düşüncelerini birdenbire açıklamayıp zamanın koşullarına ve duygusal havaya göre hesaplaması gerektiğini anlıyordu. Aydın kafasıyla, savaşı yalnız silahlarla değil, ama insanların zihnine ekilip geliştirilecek düşüncelerle kazanılabileceğini görüyordu. Bütün bunların başarıya erdirilmesi, ancak zorlu bir beyin çalışması ve insanüstü bir irade gücüyle olabilirdi ki, bu doğal sürükleyici güç, Mustafa Kemal’de bulunuyordu. Bu kuvvetin kaynağı, her şeyin üstünde olan şiddetli bir tutkuydu.

Öte yandan  Mustafa Kemal, çok zora gelmedikçe başkalarıyla işbirliğini kabul edecek yaradılışta değildi. O, baş olmak için yaratılmıştı. Yanında bütün niteliklerine rağmen, emir verecek değil, emir alacak, onun bütün istediklerini yapacak yardımcıları, bunların dışında da, daha az önemli ama kendisine bağlı kişiler, her emri tartışmasız yerine getiren daha genç subaylar, kendisine hayran gazeteciler ve aydınlar olmalıydı ve de öyle oldu.

Mustafa Kemal, inanç bakımından demokrat, fakat karakter bakımından otokrattı (siyasal kudreti elinde bulunduran). Mustafa Kemal için bu kuramsal bir ilke değil, Türkiye’nin doğu biçimi bir imparatorluktan batı biçimi bir devlet haline geçmesi için pratik bir zorunluluktu. Davranışlarını Anayasaya uyduruyor, demokratik kuralların dışarı çıkmamaya dikkat ediyordu.

Arkadaşlarıyla açık tartışmalar yapmayı ilke edinmişti. Onlara danışır gibi görünüyor, düşüncelerini öğrenip kullanıyor, isteklerine uygun olarak davrandığını ileri sürüyordu. Gerçekte ise, genellikle kendi sözlerinin ağırlığıyla onların itirazlarını hiçe indirmekteydi. Sonunda kendi iradesi başkalarınınkine üstün oluyordu. Doğu – Batı birleşimi kişiliğinde düşünerek karar vermeyi heyecandan üstün tutması bakımından Batılıydı; ama isteyerek kabul ilkesi yerine, kendi otoritesini kullanma alışkanlığı bakımından Doğuluydu. İş arkadaşlarıyla ilişkileri zaman zaman iyi bir anlaşmaya dayanır, zaman zaman da şüphe ve yarı gizli küçümserlik dolu bir havaya bürünürdü. Bütün davranışlarının kökünde onun düşünce ve yeteneklerinin herkesinkinden üstün olması yatmaktaydı.

Onu kendinden önce gelmiş olan reformculardan ayıran nokta, Tanzimat hareketi gibi sadece yasa ve yönetim alanında kalmayıp bütün politikayı içine alan bir değişiklik istemesi idi. Memleketin siyasal yapısını değiştirmek, halkı uyandırıp onu Fransız İhtilali ile doğan ve o zaman Batı Avrupa’nın birçok ülkelerinde gelişen milli egemenlik kavramına ilgilendirmek istiyordu. Böyle bir değişiklik pek çabuk olamayacaktı ve Mustafa Kemal de bunun nedenini biliyordu: Din-i İslam. Dinsel kuvvetler demokrasinin yerleşmesine karşı koyacaklardı. Müslümanlık, gücünü tartışmadan değil, tahakkümden; düşünce özgürlüğünden değil, kayıtsız şartsız itaatten alırdı. Mustafa Kemal’in nefret ettiği dolambaçlı zihniyet ve metot alışkanlıkları İslami zihniyetle haşır neşir olmuş göreneklerdi. Onun için Mustafa Kemal siyasal devrimi her şeyden önce bir inanç devrimi olarak görüyordu. Beraberinde yeni modern kurum ve oluşumları getirecek olan yeni bir devletin temelini oluşturacak görüşler Atatürk’ün çok genç yaşta zihninde belirginleşmişti.  En bunları uygulayacağına mutlak inancı vardı. (Lord Kinross. Bir Milletin Yeniden Doğuşu)

Diğer özel özellikleri

O bir örgütlenme dehasıydı. Kendini çok iyi kontrol etmesini biliyor, çok iyi gizlemesini biliyor, zamansız ileriye atılmıyor. Bu özellik 20.Yüzyıl liderlerinin ekseriyetinde yoktur. Ayrıca Atatürk, bilinecek şeyleri çok iyi biliyor, tecrübelerini iyi kullanıyordu. En önemlisi şuydu: Mustafa Kemal, hiçbir zaman ve zeminin olumsuzluklarına teslim olmadı. Eğer birisi hedefi ileri koyuyorsa o bir dehadır ve deha dâhilere has bir inattır.

Siyaseten de dehaydı ama askeri dehası şuydu; ricat savaşını bir bozguna değil bir politikaya, bir askeri stratejiye çevirmeyi başarmıştır. Askerini iyi tanıyor, seviyor ve güven veriyordu.

Hayal ettiği Türkiye gerçekleşiyordu. Kadın-erkeğin eşit, fevkalade üretken, okuma-yazma meselesinin halledildiği, eğitimin gittikçe arttığı, köylünün adam olduğu bir Türkiye. Hayalleri çok açıktı. Bulgaristan köylüsünün kafa tutan haline bakıp, “Ben de böyle istiyorum” demiş. İstediği Türkiye uluslararası kültürü benimseyen bir ülke. Müzik bileceksin, opera bileceksin, yapacaksın. “Bunu yapan adam her şeyi iyi yapar” diyor. Kafasındaki projeler çok açık. Ve tarzını değiştiren bir adamdı. 50 sene önceki Türk subayından çok farklı, bütün arkadaşları gibi. Dans da ediyor, Fransızca da konuşuyor, opera da besteletiyordu. Bu büyük bir değişimdi. Bu asrın en büyük sosyologlarından biri, belki de birincisi Rolf Dahrendorf, böyle bir değişim karşısında aşka gelmişti. (Atatürk’ün hayalindeki ülke. İlber Ortaylı. Hürriyet 29.10.2018)

Aşkın ve taşkın zeka

Atatürk günde 10-15 kahve, çok fazla sigara içerdi. 3 pakete yakın. Gündüz hiç içki içmezdi. Geceleyin yemekle beraber içerdi, ama hiçbir zaman kontrolü kaybedecek kadar içmezdi. Az içerdi. Sekreteri Hasan Ziya Soyak, bir gün Atatürk’e diyor ki, ‘Keşke şu içkiyi içmeseniz. Atatürk’ün cevabı çok ilginç: Ne yapayım ki içkimi içmeye mecburum. Kafam çok, ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup dinlendirme ihtiyacı duyuyorum. (Atatürk’ün sekreteri Hasan Ziya Soyak hatıratı)

Çok açık. Üstün zekası onu rahatsız edecek derecede. Bazı akşamlar, zekasını ancak içkiyle biraz yavaşlatarak, dayanabileceği hale getirebildiği anlaşılıyor.

Dünya liderleri arasındaki yeri 

Arnold LUDWIG; ABD’li bir Psikiyatri Profesörü. Yaşamı boyunca Türkiye’ye hiç gelmemiş. Bir kitap yazmış, adı; “King of the Mountain”. J. Cem Yapıcıoğlu tarafından Türkçeye çevrilmiş, 2002’de “Dağın Kralı” adıyla Meslek Birliği Yayınevi tarafından basılmış.

Kitapta 20. yüzyılda görev yapmış Dünya önderleri ile ilgili bir araştırma yer alıyor. Siyasi önderlik konusunda şimdiye kadar yapılmış en kapsamlı çalışmalardan biri. Tam 18 yıl süren söz konusu çalışmada Saddam, Kaddafi, Mao, Roosevelt, De Gaulle, Nehru, Churchill, Hitler, Mussolini, Mandela, Stalin, Nasır, Arafat v.b. gibi tüm önemli Dünya önderleri incelenmiş.

Kitap, psikolojik ve politik sınıflandırmaların yanı sıra önderlerin yaşamları üstüne ilginç bilgiler ve öyküler barındırıyor. Kitapta, maymun ve goril topluluklarındaki “alfalar” üzerinden belirlemiş liderlik ölçütlerine göre önderlerin psikolojik açıdan incelemeleri bulunmakta. Alfa”, aldığı kararlara uyulan sosyal hayvan topluluklarının liderlerine verilen ad. Alfa erkek de dişi de olabilmekte.

Bu kapsamlı araştırmada uygulanan testin tam adı, “Political Greatness Scale” PGS – Politik Büyüklük Ölçeği. Ele alınan 2000 civarında devlet adamının hepsine aynı olmak üzere 200 kadar ölçüt uygulanmış. Öne çıkan belli başlı 377 devlet adamına, söz konusu ölçütlere göre, 1’den 31’e kadar değişken puanlar verilerek sıralama yapılmış.

Örneğin; en çok Roosevelt ve Mao 30’ar puan almışken, Nehru 25, Churchill 22, Golda Meir 12, Fidel Castro 23, Lenin 28, Humeyni 23, Kennedy 15 puan almışlar.

Sadece tek bir önder; 31 puanla ilk sırayı almış.

Bu önder de “Visionary”, olağan dışı öngörü/önsezi güçlerine sahip sıfatıyla, 20. yüzyılın gelmiş geçmiş en büyük devlet adamı unvanına layık görülmüş. Kim olabilir diye merak ettiniz haklı olarak; evet işte o önder devlet adamı, Mustafa Kemal ATATÜRK !!!

 (Prof. Vural Cengiz, PhD. Gurbetteki Atatürkçü Bilim Adamları Derneği, A.B.D.) 

Son sözünde kimlere hitap etmiş?

8 Kasım 1938’de doktoru Dr. Neşet Ömer bey Atatürk’ü muayene ederken Atatürk komadaydı. Bir ara uyandı, meçhul bir yere bakıyormuş gibi  “Ve aleykümselam” dedi. Bu Mustafa Kemal Atatürk’ün son sözleri oldu. Ardından 1,5 gün komada kaldı ve o komadan bir daha çıkamadı.

Sadece birisinin, birileriyle karşılaşınca “verilen selama cevaben” söylemesi gereken bu sözü kim(ler)e demiştir? Açıklaması aşağıdaki Kur’an ayetlerinde:

“Ölmek üzere olan kişi … Allah’a yakın olanlardan ise … eğer kutlu, uğurlu kişilerdense, ‘Selam sana kutlu ve uğurlu kişilerden!’ denir ona.” (Vakıa 56/88-91)

Parçaları birleştirelim

Bir an için, bu kararın tatbikatında ademi muvaffakiyete (başarısızlığa) düçar olunacağını (uğranacağını) farz edelim! Ne olacaktı? Esaret! Peki Efendim. Diğer kararlara mutavaat (itaat etmek, baş eğmek) halinde netice bunun aynı değil miydi?” (Nutuk. Atatürk)

Ulusça ulaşılması gereken amaçları kendisinden başka daha iyi gösterebilecek, daha iyi elde edebilecek biri(leri) var mıydı? Ne o zaman vardı ne de ondan sonra oldu. Uzaktan-yakından, az-çok benzeri bile. Bütün sorun da burada.

Çocukluğundan ölümüne kadar inanılmaz bu yaşam sürecinden, tekamül düzeyi çok yüksek, üstün yeteneklere, donanıma sahip olan Atatürk’ün Kozmik Plan tarafından seçilerek önceden tasarlanmış çok zor bir misyon (görev) için dünyaya gönderilmiş olduğu sonucu çıkarılabilir. Atatürk, sezgileri yanında büyük olasılıkla, durugörü yeteneğine de sahipti, bunu muhtemelen biliyordu ama kimseye bahsetmemişti. Bu yeteneğiyle ve/veya gördüğü haber verici rüyalarla ve/veya zaman yolculuğu yaparak geleceği görebildiğinden o kadar isabetli tahminler, kehanetler yapabilmiş önlemlerini önceden almıştı. İnanılmaz üstün zeka ve bellek sahibiydi.  Sürekli araştırıyor, okuyor, notlar alıyor, okuduklarını  iyice hazmediyor unutmuyor böylece yabancı dilleri zorluk çekmeden öğrenebiliyordu. Çevresine hükmedici, güçlü, etkileyici bir auraya (*), enerjiye sahipti. Bunu örgütçü yeteneğiyle birleştirerek yönetim kademelerini ikişer, üçer atlayarak yükselebiliyordu. Bunlara ek olarak, Kozmik Plan onu izliyor ve kader denilen planlanmış misyonunun önüne çıkabilecek olası engelleri aşmasına yardımcı oluyorlardı.

Bu sonuca, yukarıdaki Atatürk’ün yaşamının analizi sürecine bakılarak, akıl yürüterek varılmıştır.

Böyle bir insan Dünyaya yüzyılda bir gelirdi. O da Türkiye’ye nasip olmuştu. Bunu az çok kavrayabilen kapasitelilerin ona biçtikleri değerleri, kapasitesizlerin putlaştırma olarak nitelendirmeleri gayet normaldir.

(*) Aura: Paranormal, ruhsal inanışlara göre canlıların bedenlerinden yayıldığı ışınımla oluşan ve gitgide yayılan etki kuşakları şeklinde kendini gösteren elektromanyetik alan.

Kaynaklar:

Mustafa Kemal de “Eylemci” bir öğrenciydi! Sinan Meydan, OdaTV, 13.12.2010 https://odatv4.com/mustafa-kemal-de-eylemci-bir-ogrenciydi-1312101200.html

7 fotoğrafta 29 Ekim’i anlamak, Yaşar ÖZER, Sözcü,  29/10/2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/gundem/7-fotografta-29-ekimi-anlamak-6101495

Rüya deyip geçmemek lazım! Milli Gazete, https://www.milligazete.com.tr/haber/1074570/ruya-deyip-gecmemek-lazim

Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, Cilt I, İstanbul 1967, s.280

Atatürk’ten Bandırma vapurunun kaptanına: “Düşman görürseniz gemiyi en yakın sahile oturtunuz!” Hürriyet. 19.05.2015 https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ataturkten-bandirma-vapurunun-kaptanina-dusman-gorurseniz-gemiyi-en-yakin-sahile-oturtunuz-29042644

Doğu Anadolu`da Kurulan Şuralar. Ekrem Hayri PEKER. Asasmedya https://asasmedya.info/news/karabakh/16044-dogu-anadoluda-kurulan-suralar

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, C.II, s.133

Atatürk’ün İstanbul’daki Hayatı, Sadi Borak, Kuleli Dergisi, 1996/1, Sayfa: 1-2

Çankaya, Falih Rıfkı Atay. İstanbul 1969, Doğan Kardeş Matbacılık Sanayi A.Ş. Basımevi Sh. 90

Sadi Borak, Bilinmeyen Yönleriyle Atatürk, İstanbul 1966, s. 15-16

Aşkı uğruna tahtı bırakan VIII. Edward da aldatılmış http://www.hurriyet.com.tr/dunya/aski-ugruna-tahti-birakan-viii-edward-da-aldatilmis-125078

Derviş Manizade, Kıbrıs Dün Bugün Yarın, Kıbrıs Türk Kültür Derneği İstanbul Bölgesi Yayınları, İstanbul, 1975, s.23.

Atatürkçülük nedir? Falih Rıfkı Atay.  Pozitif Yayınları 2019 Sayfa 92, 126

Prof. Ali Canip Yöntem’in Yeni Türk Edebiyatı Üzerine Makaleleri, ss. 816 – 817.

Atatürk’ün son günleri. TRT Haber 10 Kasım 2019 https://www.trthaber.com/haber/gundem/ataturkun-son-gunleri-440405.html

Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.

Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları. Hulusi Turgut. Sh 659. Türkiye İş Bankası Yayınları. 2009.

Atatürk’ün “Hagianesti! Gel de ordularını kurtar!” diye nasıl haykırdığını ağlayarak okuyun ve gurur duyun. Aydın Baylan. Arkagüverte.com Atatürk’ün “Hagianesti! Gel de ordularını kurtar!” diye nasıl haykırdığını ağlayarak okuyun ve gurur duyun

Atatürk Devrimleri. Vikipedi. https://tr.wikipedia.org/wiki/Atatürk_Devrimleri

Ziraat Mektebi baskını. Hürriyet

O Mustafa Kemal’di. Suna Doğanay. Antoloji.com  https://www.antoloji.com/o-mustafa-kemal-di-siiri/

Atatürk Milliyetçiliği. Yüksek Mimar S. Eriş Ülger. Parola Yayınları. 2015

Osmanlı İmparatorluğu İktisadi Şartları Hakkında Bir Tetkik. Vedat Eldem. Türk Tarih Kurumu 1994

Asıl Kurtuluş Savaşı sağlık sektöründe oldu. Yüksel ŞENGÜL. Sözcü.  14/03/2020 https://www.sozcu.com.tr/2020/saglik/asil-kurtulus-savasi-saglik-sektorunde-oldu-5678975/

Türk kadınının seçme ve seçilme hakkını kazandığı gün! 5 Aralık Kadın Hakları Günü kutlu olsun! Sözcü  05/12/2018 https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/turk-kadininin-secme-ve-secilme-hakkini-kazandigi-gun-5-aralik-kadin-haklari-gunu-kutlu-olsun-2777157/

Ülke Ülke Kadınların Seçme ve Seçilme Haklarına Sahip Olma Kronolojisi. onedio.com 21/01/2016 https://onedio.com/haber/ulke-ulke-kadinlarin-secme-ve-secilme-haklarina-sahip-olma-kronolojisi-663664

‘Harf Devrimi’yle her şey sıfırlandı’ diyen Erdoğan’ı TÜİK arşivi yalanladı. Yeniçağ 10.11.2019  Harf Devrimi’yle her şey sıfırlandı’ diyen Erdoğan’ı TÜİK arşivi yalanladı https://www.yenicaggazetesi.com.tr/harf-devrimiyle-her-sey-sifirlandi-diyen-erdogani-tuik-arsivi-yalanladi-255775h.htm

Cumhuriyet devrimleri okuryazarlığı nasıl etkiledi? Pelin Ünker. Deutsche Welle Türkçe https://www.dw.com/tr/cumhuriyet-devrimleri-okuryazarlığı nasıl-etkiledi/a-51215188

TBMM tutanakları 1. Dönem, 3. Yasama Yılı,130. Birleşim, 1 Kasım 1922 (1.11.1338) https://www.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c024/tbmm01024130.pdf

Doç. Dr. Cihat Yaycı, Yakutistan Heyetinin Atatürk’ün Kütüphanesinde Bulunan Yakut Türkçesi Lügatı’nı Görmek İstemesi ile İlgili Anlattığı Anısıyla ‘Atatürk Nasıl Olunur?’ Cevabı Verdi. Emre Şah. onedio.com https://onedio.com/haber/doc-dr-cihat-yayci-yakutistan-heyetinin-ataturk-un-kutuphanesinde-bulunan-yakut-turkcesi-lugati-ni-gormek-istemesi-ile-ilgili-anlattigi-anisiyla-ataturk-nasil-olunur-cevabi-verdi-921931

Atatürk’ün tarihe kazınan “Geldikleri gibi giderler” sözünün bilinmeyen öyküsü! Yeniçağ. 27.07.2020 Atatürk’ün tarihe kazınan “Geldikleri gibi giderler” sözünün bilinmeyen öyküsü!

Büyük Taarruz’da Türk Süvarisi – 30 Ağustos ve Ötesi. Selman YAŞAR. Sosyal Bilimler Dergisi Cilt:10 Sayı:2 Ağustos 2008 https://www.turkishnews.com/tr/content/2013/08/25/buyuk-taarruzda-turk-suvarisi-30-agustos-ve-otesi/

Atatürk’ün Ulus-Devlet Fikri Oluşumunda Eskiçağ Tarihi Kitaplarının Yeri. Halil Erdemir. Turkish Studies – International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 6/2 Spring 2011, p. 425-442 http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/acarindex-1423934150.pdf

Çanakkale, Truva’nın intikamı mıydı? Savaşkan İlmak. Gazete Pusula 17 Mart 2020 https://www.gazetepusula.net/2020/03/17/canakkale-truvanin-intikami-miydi/

Banu Avar Facebook sayfası. Lozan’ın 96. yılı https://m.facebook.com/BanuAVAR/photos/a.737×7

En önemli fikir ayrılıkları neydi. OdaTV 05.12.2020 https://odatv4.com/en-onemli-fikir-ayriliklari-neydi-05122026.html

Türk Kadınlarının Tıp Eğitimine Başlama Süreci ve İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi’nden Mezun Olan İlk Kadın Hekimler. Elif ATICI, Sezer ERER Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi 35 (2) 107-111, 2009 http://www.ceidizleme.org/ekutuphaneresim/dosya/795_1.pdf

Osmanlı Darülfünun Mekteb-İ Hukuk’da İlk Çiçek Süreyya Ağaoğlu. Av. Adil Giray Çelik http://tbbyayinlari.barobirlik.org.tr/TBBBooks/643.pdf

Kütahya-Eskişehir Muharebeleri. Vikipedi, özgür ansiklopedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Kütahya-Eskişehir_Muharebeleri

1921 Maarif Kongresi’nin Türk Eğitim Tarihindeki Yeri Ve Önemi
Erol Kapluhan. Yalova Sosyal Bilimler Dergisi. Nisan 2014-Ekim 2014 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/801077

Yayınlanmış Belgelerle Atatürk, Siyasi Ve Özel Hayatı-İlkeleri, N. A. Banoğlu,  2. Baskı, İst. , 198, S. 129

Nüktedan Atatürk. Süleyman Bulut. Pupa Yayınları 2010

Mustafa Sagir. Vikipedi, özgür ansiklopedi https://tr.wikipedia.org/wiki/Mustafa_Sagir

Ümit Doğan @tsumut71 Twitter paylaşımı. 20 Nisan 2020
https://twitter.com/tsumut71/status/1252253929301250048

Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı. Ali Galip olayı 2013 https://www.atam.gov.tr/nutuk/ali-galip-olayi

Arşiv Belgeleri Işığında Mustafa Kemal Paşa’nın Askerlikten İstifa Süreci1
Neslihan Altuncuoğlu, Abdullah Erdoğan Journal of Universal History Studies (JUHIS)• 2(1) • June• 2019 • pp. 62–71 https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/741194

İzmir Suikastı. Vikipedi, özgür ansiklopedi https://tr.wikipedia.org/wiki/izmir_Suikast1

Tarihten Dersler İngiliz casusu Mustafa Sagir – Altemur Kılıç.  Yeniçağ 28 Mart 2010 https://www.yenicaggazetesi.com.tr/tarihten-dersler-ingiliz-casusu-mustafa-sagir-12610yy.htm

Atatürk’ten Bandırma vapurunun kaptanına: “Düşman görürseniz gemiyi en yakın sahile oturtunuz!”. Hürriyet 19.05.2015  https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ataturkten-bandirma-vapurunun-kaptanina-dusman-gorurseniz-gemiyi-en-yakin-sahile-oturtunuz-29042644

Sakarya Meydan Muharebesi Araştırmaları Facebook sayfası Dr. Selim Erdoğan, 28 Mayıs 2020

Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu. Lord Kinross. Sander Yayınları. Ocak 1972. İstanbul

“Mengen’de İlk Defa” Atatürk’ün Baş Aşçısı Düzağaç Köyünden Mehmet Yücel’in Hatıraları. Aydın Erçelik Mengen.Gen.TR 09.11.2020  https://mengen.gen.tr/mengende-ilk-defa-ataturkun-bas-ascisi-duzagac-koyunden-mehmet-yucelin-hatiralari-09.11.2020-98483.html

Atatürk DuruGörü Yeteneğine Sahip Adem-i Beşer’di. Megaforum 21 Temmuz 2020 https://www.megaforum.com/konu/atatuerk-durugoerue-yetenegine-sahip-adem-i-beserdi.702482/

Yunanlıların İstanbul’u işgal planı. Haber 7 com 24.08.2011 https://www.haber7.com/tarih-ve-fikir/haber/777940-yunanlilarin-istanbulu-isgal-plani

İngiliz Yıllık Raporlarında Türkiye 1922. Doç Dr. Ali Satan. Tarihçi Kitabevi 01.07.2011

Hitler’in Son Kumarı: Ardenler Saldırısı M. Tanju Akad 04 Kasım 2012 http://www.serenti.org/hitlerin-son-kumari-ardenler-saldirisi/

Atatürk, Ankara’nın 1923 yılında neden başkent olduğunu Nutuk’ta böyle anlatmıştı. Sözcü 13 Ekim 2017 https://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/ataturk-ankaranin-1923-yilinda-neden-baskent-oldugunu-nutukta-boyle-anlatmisti-2047884/

İlham Veren Cumhuriyet Kahramanları – Öncü Kadınlar Özlem Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınevi

Atatürk’ün Anıları: Atatürk’ün Tüylerinizi Diken Diken Edecek Ve Gururla Okuyacağınız Anıları. İbrahim Sarı noktaekitap, 1 Ekim 2016

Atatürk’ün Geleceği Seziş ve Öngörü Gücü (1914 Yılı). Prof. Dr. Hikmet Özdemir. Avim Blog No 2014 / 31 16.11.2014 https://avim.org.tr/Blog/ATATURK-UN-GELECEGI-SEZIS-VE-ONGORU-GUCU-1914-YILI

Türklerin Özgürlük Ve Bağımsızlık Sembolü: Bozkurt/Gök-Börü. Fatih Mehmet Yiğit            https://www.academia.edu/40857802/TüRKLERiN_öZGüRLüK_VE_BAğIMSIZLIK_SEMBOLü  BOZKURT_GöK_BöRü

Düşmanı bile Atatürk için “olağanüstü kişilik” diyordu. Murat Çabas, Yeni Mesaj, 24.09.2017 https://www.yenimesaj.com.tr/dusmani-bile-ataturk-icin-olaganustu-kisilik-diyordu-H1284630.htm

Atatürk diktatör müydü – İçkiyi neden içerdi 31 Ağustos 2014. İlker Başbuğ. OdaTV https://www.odatv4.com/guncel/-ataturk-diktator-muydu–ickiyi-neden-icerdi-3108141200-63839

Atatürk’ün hayatından kesitler, Bülent Pakman, Eylül 2010 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturk-hakkinda/

Çanakkale’de Mustafa Kemal’in Rolü, Bülent Pakman, Aralık 2010, https://bpakman.wordpress.com/ataturk/canakkale/canakkalede-mustafa-kemalin-rolu/

İstanbul’da Milli Direnişe Ön Hazırlık, Bülent Pakman, Mayıs 2019 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/istanbulda-milli-direnise-on-hazirlik/

Atatürk Samsun’a giderken yetkilerini kendisi belirlemiş, Bülent Pakman, Mayıs 2020 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/istanbulda-milli-direnise-on-hazirlik/ataturk-samsuna-yetkileri/

Atatürk’ün malvarlığı. Bülent Pakman. Ekim. 2015 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturk-hakkinda/ataturkun-malvarligi/

Rus müdahale edecek mi? Bülent Pakman. 17.10.2020 https://bpakman.wordpress.com/2020/10/17/rus-mudahale-edecek-mi/

Mustafa Kemal Atatürk Azerbaycan’a ihanet mi etti? Bülent Pakman. Haziran 2015 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/azerbaycani-mustafa-kemal-mi/

Türk Ordusunun İstanbul’a Girişi, Çanakkale, Trakya’nın kurtarılışı. Bülent Pakman. Temmuz 2014 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/turk-ordusunun-istanbula-girisi/

Atatürk’ün devraldığı ülkenin hali. Bülent Pakman. Kasım 2011 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/cumhuriyetin-kurulusunda-ataturk/ataturkun-devraldigi-ulkenin-hali/

Macarların Türklüğü. Bülent Pakman. Aralık 2018.  https://bpakman.wordpress.com/turk-dunyasi/gunumuz-turkleri-turk-devletleri/kumanlar-macaristan-ovalarinda-hiristiyan-turkler/macarlarin-turklugu/

Ordu düşmanların birinci hedefi. Bülent Pakman. Mayıs 2011. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/ordusuz-birakacaklarini-zannediyorlar/

Atatürk’ün Sofraları. Bülent Pakman, Kasım 2013. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/ataturkun-sofralari/

Osmanlı’nın Milli Mücadele’ye İhaneti. Bülent Pakman. Ocak 2015. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/1919-yili-mayisinin-19-uncu-gunu-samsuna-ciktim/osmanlinin-milli-mucadeleye-ihaneti/

Filistini Mustafa Kemal mi kaybettirdi? Bülent Pakman. Mayıs 2015. https://bpakman.wordpress.com/ataturk/filistin-m-kemal/

Atatürk’ün hayalindeki ülke. Bülent Pakman Aralık 2020 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturkehanet/8056-2/ataturkun-hayalindeki-ulke/

Atatürk ve Türk Tıp Ekolü. Bülent Pakman Nisan 2022 https://bpakman.wordpress.com/ataturk/ataturk-ozeldi/ataturk-hakkinda/ataturk-ve-turk-tip-ekolu/

Bülent Pakman. Temmuz 2009. Yeniden düzenleme ve eklemeler Kasım 2020- Mayıs 2023-Şubat 2024. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntılanamaz.

OLYMPUS DIGITAL CAMERA   Bülent Pakman kimdir?

Atatürk ile ilgili yazılarımız:

12 Responses to Atatürk dünya üstüydü

  1. ferit baltacı dedi ki:

    TÜRK ULUSUNU , BAĞRINDA
    “FİKRİ HÜR , VİCDANI HÜR , İRFANI HÜR”
    TÜRKLER BULUNDURDUĞU SÜRECE ,,
    HİÇ BİR GÜÇ DİZ ÇÖKTÜRTEMEYECEKTİR.
    YENİDEN DOĞACAĞIZ…. VAROLUNUZ…… SAYGILARIMLA FERİT BALTACI

    Beğen

    • aziz saglam dedi ki:

      katiliyorum ileriyi goren bir devlet adamiydi ama dilimizi degistirip tarihimizle bagimizi kopartmasi asla affedilemez madem degistirdin bari ingilizce olsaydi veya arapca olsaydi bir ise yarardi bari yazi ingilizce anlam turkce tamamen uyduruk bir dil isvicre ve italyadan alinan kanunlar ve egitim sistemi sayesinde insanimiz cahil birakilarak nasil ise yaramaz bir hale getirildi iste malesef bunun zararini cekiyoruz suudi arabistanda cumhuriyet 1923 te ilan edildi almanya 1945 te savastan cikti aradaki farki gormeyen cahillere ithaf olunur ataturk mason localarini kapatti ama ardindan gelen dava arkadasi inonu tekrar mason localarini acarak ulkemizde yahudu zihniyetinin tekrar hakim olmasina firsat vermistir sonuc ortada kadinlara ozenen erkekler ve erkeklere ozenen kadinlar yetistirdiler artik gozumuzu acalim aileyi yiktilar tas tas ustune koymadilar almanyaya yetismen icin 100 sene lazim uyanin artik bu gaflet uykusundan

      Beğen

      • hüseyin türk dedi ki:

        Atatürk dilimizi ne zaman değiştirdi? (değişen harflerdir.)
        ne zaman uydurma bir dil oldu? (13. yüzyıl ozanı Yunus Emre’nin şiirlerini oku.)
        almanya ile aramızda bugün yüz yıl varsa; cumhuriyetin kurulduğu yılda kaç yıl vardı?
        Almanların ya da diğer gelişmiş ülkelerin gelişme sebebinin tarihsel sebepleri nelerdir?
        .
        .
        .

        Beğen

      • ULUTÜRK dedi ki:

        “ingilizce olsaydi veya arapca olsaydi” diyen kafasında beyin yerine hurma taşıyan, şuursuz bir haşerata nasıl anlatılır bilmiyorum amma senin uydurma dil dediğin şey, arapça sandığın Osmanlıcadır. Çünkü Yavuz’un hilafeti getirip, binlerce dürrizadeyi ve mollayı Türk yurduna yaymasından sonra Türk’ün akılcı ve sorgulayıcı Maturidi-Yesevi İslâm anlayışı gitmiş yerine cahil arapın şekle ve nakle dayalı emevi-eşari zihniyeti gelmiştir. Bu zihniyet cahil arapın dilini kutsamış, saray dilinide Türkçe-arapça-farsça karışık bir uyduruk dil çıkartmış ve akıldan – bilimden uzaklaşarak Koca Türk İmparatorluğunun çöküşünü gerçekleştirmiştir. 100 yıllık Osmanlı Türkçesi denilen uydurukçayla, 1000 yıllık Öz Türkçe arasındaki farkı, bu olmayan zekana rağmen sen bile görebilirsin;

        TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİ BİTİREN; Marşal yardımları sonrası Köy Enstitülerini kapatıp, Yabancı dilde eğitimi sokarak inönü ve sonrasıdır. ULU TÜRK BAŞBUĞU ATATÜRK’ün Kurduğu TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNİN BİR ÜRÜNÜ OLAN OKTAY SİNANOĞLU’nu ve bu konuda neler dediğini bir araştırmanı öneriririm.

        ULU TÜRK BAŞBUĞU ATATÜRK, harf devrimini yaparak arap yazısını s***r etmiş ve TÜRK TAMGALARININ ses (fonetik) değeri olan abeceyi getirerek, TÜRK’ü özüne döndürmüştür.

        Beğen

      • çiğdem dedi ki:

        aziz sağlam ne biliyorsan yanlış biliyorsun.inönünün bulduğu mason dr sayesinde atatürk zehirlenmiştir.inönünün dalkavuğu da masondur.ve inönünün yaptıklarından atatürk sorumlu tutulamaz maalesef o dönemde de şimdi de ülkede çok hain var.atatürk arap harflerini kaldırmıştır.türk harflerini değil ve cahil halktan okur yazar bir halk yaratmıştır.atatürk sayesinde şuan yazıyorsun ve maalesef emperyalizmin kucağına düşmüş ATAMIZI eleştiriyorsun.

        Beğen

  2. binlercesi avcı dedi ki:

    Aziz Bey, Türkçe’yi beğenmiyorsunuz ama keşke biraz daha özenli kullanmayı öğrenmiş olsaydınız. Normal olarak ilkokul mezunu birisi, demek istediklerinizi çok daha güzel ifade eder ve ayrıca noktalama işaretlerini de güzelce kullanırdı. Keşke kendinizi bu kadar zorlamayıp -beğenmediğiniz bu dili kullanmak yerine- yazınızı İngilizce ya da Arapça yazsaydınız.

    Beğen

  3. Murat Kılıç dedi ki:

    Bence bu sayfadaki yazının biçimi değil yazılarda yatan maneviyata bakıp yorum yazsanız iyi olurdu sayın binlercesi avcı bey!

    Beğen

  4. Deliser dedi ki:

    yorumu asıl yazıya mı yoksa aziz sağlamın yorumuna mı yapacağız şaşırdım. sağlam birşeyler demek istemiş ama dediği ile uyuşmamış anlamak isteyenlere müneccimlik(kehanet) yaptırmaya çalışıyor sanki. hiç bir anlam ifade etmeyen kulaktan üflenmiş birkaç kjalıp cümle yazmış. dil değiştirmekten bahsettiği yemez gibi birde “bari arapça ya da ingilizce olsaydı” demiş utanmadan. o zaman kurtuluş savaşını niye yaptıkki. dilin ulısal kimlik oluşturmada temel şart olduğundan haberi yok zatın.sömürge vatandaşı kimliğinden kurtulamamış zavallı. bilgi olmadan fikir, fikir olmadan zikir ortaya çıkarsa sonuç böyle olur. neyse gereğinden fazla değer verip çok laf ettim zat-ı muhtereme. bülent pakman’ın yazısı güzel eline diline sağlık.

    Beğen

  5. Selim TULGAR dedi ki:

    Günümüz Türkçesine çevirelim derken anlamı bozmuşsunuz. Ne demek, “ülkenin her tarafı harekete geçilerek işgal edilmiş olabilir” ? Bu nasıl bir anlatım ?

    Beğen

    • bpakman dedi ki:

      Güzel bir tesbit. Teşekkürler. Ama yıllarca tercümanlık yapmış biri olarak günümüz Türkçesine çeviri zorluklarını çok iyi bilirim. Farsça ve Arapça dil zenginliğinin büyük etkisinde kalan Osmanlı zamanındaki “ağdalı” Türkçeyi önce Cumhuriyetin ilk yıllarında sonra da yakın zamanda dil devrimleriyle oluşturulan dilimize çevirmek bir hayli zor.
      Atatürk ne demiş: “…memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir.”
      TDK sözlüğüne bakalım ne diyor.
      bilfiil: “İş olarak, iş edinerek, gerçekten, eylemli olarak: Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini ihtar ederek hâkimiyet ve saltanatını, isyan ederek kendi eline, bilfiil almış bulunuyor.-Atatürk.”
      Atatürk’ün cümlesindeki fiilde bir gerçek durum, gerçekleşme söz konusu. Böyle olunca TDK sözlüğündeki karşılıkların hiçbiri tam olarak cümleye oturtulamıyor.
      Burada “bilfiil işgal edilmiş” olsa olsa “işgal gerçekleşmiş” anlamına gelir. İşgal de günümüz Türkçesiyle “ele geçirme”.
      Sonuç:
      “…memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir = “…ülkenin her köşesi ele geçirilmiş olabilir”.
      Ya da Atatürk’ün ağdalı Türkçesi korunmalı denilirse “…ülkenin her köşesinin ele geçirilmesi gerçekleşmiş olabilir.”

      Beğen

  6. Geri bildirim: Atatürk’ün kehanetleri | Pakman World

  7. Geri bildirim: Vahdettin kimdir | Pakman World

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.