Bir Yeniçeri’nin Hatıraları

Devşirme

Sırp Konstantin Mihailoviç İstanbul’un fethinden iki yıl sonra, 1455 yılında, Niş yakınlarında Kosova kenti olan Novo Brdo kuşatması sırasında Ostrovica köyünden Osmanlı ordusu tarafından alınıp İstanbul’a götürülür.

Yirmi yaşındaki Mihailoviç kısa süreli bir eğitimden sonra Yeniçeri Ocağı’na kaydedilir ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkan topraklarından, Ege kıyılarına ve Tuna’ya uzanan fetihlerine, Belgrad Kuşatması’na, 1458 Mora, 1461 Sinop ve 1462’de Uzun Hasan’a karşı Trabzon Seferi’ne ve daha birçok savaşa ve sefere katılır.

Mihailoviç 1463’te Bosna seferi sırasında Macarlar tarafından ele geçirildikten (ya da Macarların tarafına geçtikten) sonra serbest kalır. İlkin Bohemya’ya sonra Polonya’ya geçen Mihailoviç, Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunduğu süre zarfında yaşadıklarını el yazısıyla yazmış ya da yazdırmıştır.  Osmanlı İmparatorluğu ve onun askeri ve devlet organizasyonunda olup biten olayların birbiri ardınca sıra ile yazıldığı tarih-vakayiname niteliğinde olması nedeniyle hatıralarına Kronik  denilmiştir. Nasıl yazıldığı konusunda kesin bir bilgi yoktur. Kroniğinin başındaki “Mihail Konstantinoviç’in Türkler tarafından  devşirilip yeniçeri yapılan oğlu  Konstantin” kimliğine göre hatıralar oğlu tarafından derlenmiş de olabilir. Yani hiçbir şey Konstantin’in bu  hatıraları kendi başına yazdığını veya  belki  birilerine Lehçe ya da  Sırpçadan bozulmuş bir  Çekçeyle anlattığını doğrulamıyor. Ne kadar bir zamanda yazıldığı konusunda da net  bir  fikir yok. O çağlarda Arap  alfabesiyle yazılan Türkçe’yi ne ölçüde bildiği konusunda da bilgi yok, Konstantin’in bilgisi sadece konuşma düzeyinde olabilir.

Nerede ve hangi dilde yazdırıldığı bilinmeyen 1565’te Eski Leh dilindeki ilk basımlarında “Türk Kroniği” sonraki basımlarda “Bir Yeniçeri’nin Hatıraları” (İng. Memoirs of a Janissary – Fr. Mémoires d’an Janissaire) olarak adlandırılan kroniğinin ikinci kez basılışı 1824  yılında Leh  dilinde olmuştur. Kroniğin orijinalinin olduğu sanılmaktadır ancak bulunamamıştır. Orijinal dilinin ne Leh ne de Çek dilinde olmadığı, Latince ya da Macarca olabileceği tahmin edilen hatıralar daha sonra 6 dile daha çevrilmiştir.

Konstantin Mihailoviç hatıratında, on yıl hizmetinde bulunduğu Osmanlının dinsel yapılarını, kurumlarını, kuruluşundan II. Bayezid’e kadar hanedanın tarihini, kimi ikinci elden anlatıları, imparatorluğun gelenek ve göreneklerini anlatmıştır.

İslamiyet hakkında bilgi vermiştir. Hıristiyanlıkla karşılaştırarak, Türklerin neden dikkat edilmesi gereken bir millet olduğunu anlatmıştır. Daha sonra, Osmanlı padişahlarını kendisinin bizzat tanıdığı Fatih Sultan Mehmed’e kadar, kronolojik olarak saymıştır. Devletin nasıl gelişip genişlediğini aktardıktan sonra Fatih Sultan Mehmed’in karakterinden devlet adamlığına, nasıl bir komutan olduğundan savaş taktisyenliğine, girdiği muharebelerden kurulan oyunlara kadar her şeyi “kendi” bakış açısıyla aktarmıştır.

Mihailoviç hatıratına bunların yanı sıra, dönemin Polonya ve Macaristan başta olmak üzere Orta Avrupa, Doğu Avrupa ve Balkanlar’da hüküm süren krallıklar için Osmanlılarla yapacakları muhtemel savaşlarda kullanabilecekleri önemli bir savaş kılavuzu gözüyle bakılabilir. Çünkü Konstantin’in gözlemlerinde Osmanlı’nın bu stratejileri bu krallıklar için önemli ipuçlarıyla doludur. Bu uyarılar, Batı ordularının Osmanlı ordusuna neden ve nasıl yenileceğinden, Türklere karşı zafere ulaşmanın püf noktalarını da kapsıyor. Bu doğrultuda, Konstantin Mihailoviç’in Avrupa ülkelerini gelişen ve ilerleyen Osmanlı kuvvetleri hususunda uyardığı görülebilir. Bunu yaparken Fatih Sultan Mehmet gibi bir liderin de profilini çıkarmış ve onun nasıl bir lider olduğunu anlatmıştır. Bu sayede bir devşirme yeniçeri gözünden, bir diğer deyişle ‘Batı sevdalısı bir yeniçeri’nin’ gözünden Fatih’in ve Osmanlı ordusunun karakter analizi de görülmektedir.

Kitaptan bazı alıntılar

Osmanlı mabetlerinin, şerefeyle çevrilmiş irili ufaklı kenarsız minareleri vardır. Sabahtan akşama Müslümanların din adamı, yedi defa kulenin tepesine çıkar ve şerefede yürüyerek iki kulağına da birer parmağını sokmuş halde, yüksek sesle, kendi dilinde birbirini takip eden kelimeler söyler. Bunlar şu anlama gelir: “Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed O’nun Rasulü’dür. Beni dinleyin, Allah’tan başka ilah yoktur.”

Bu davet duyulduğunda tüm Müslümanlar abdest almış ve ayaklarını yıkamış halde namaz kılmak için mabede giderler. İlk ibadet, gece yarısından iki saat sonra kılınan teheccüd namazı; ikincisi şafak vakti kılınan sabah namazı; üçüncüsü şafak sökerken kılınan kuşluk namazı; dördüncüsü gün ortasında kılınan öğle namazı; beşincisi akşamüstü kılınan ikindi namazı; altıncısı gün batımında kılınan akşam namazı; yedinci ve sonuncusu ise gün batımından üç saat sonra kılınan yatsı namazıdır.

Hiçbir Müslüman ne olursa olsun ibadetini ihmal etmez. İster mabette, ister evinde, ister sokakta olsun, vaktin geldiğini gördüğü anda bir suyun başına gider ve yukarıda bahsedildiği gibi abdest alır.

Sokakta durmaz ve o vakit için ne kadar emredilmişse o kadar secdeye gider. Ama eğer isterse daha fazlasını da yapabilir. Bu fazladan kılınan namazla nafile bir ibadet eda edilir ve bu namaza abdestini tazeleyerek başlaması gerekir. Yıkanmış dahi olsa bu abdestin yerini tutmaz, çünkü bizim için vaftiz neyse onlar için abdest de odur.

Müslümanların şöyle gelenekleri vardır: Namaz kıldıkları yer olan camilerinde her daim temiz elbiseler giyerler ve en ufak bir leke varsa ne camiye girer ne ibadet ederler. Benzer şekilde, günlük hayatta giydikleri ayakkabılarıyla caminin içine girmezler. Camiye varınca, girmeden evvel ayakkabıları için ayrılmış yere ayakkabılarını bırakırlar. Çünkü yerler tertemiz halılarla kaplıdır. Sonrasındaysa herhangi birinin yanında saf tutar ve namazlarını kılarlar.

Mabetleri pamuk kadar beyazdır. Hiçbir şekilde balmumu bulunmaz. Onun yerine doğu tarafında ve minberin her iki yanında iç yağından iki ihtişamlı şamdan ile çokça küçük kandil yanmaktadır. Tam ortada oturularak vaaz edilen bir kürsü bulunur. Bunun üzerine Kur’an’ı yüksek sesle okumak için genç adamlar çıkar. Mabetlerinde şarkı söylemezler; fakat yüksek sesle Kur’an okurlar ve istisnasız herkes halıların üzerinde oturarak dikkatle dinler.

Sonra müezzin  denilen din adamı elinde bir kılıçla minberin üçüncü basamağına çıkar. Dua eder ve der ki: “Hz. Muhammed’in dini diğerlerinden üstündür. Herkes için ve gâvurlarla çarpışmışlar için dua edin. Çünkü sonsuz kudreti olan Allah, bize bu kılıcı kendimizi savunmamız ve gâvurları cezalandırmamız için verdi.”

Ardından sakallarını sıvazlarken gözlerini göğe doğru çevirir ve herkes Allah’a hamd ettikten sonra camiden çıkarlar. Ne camide ne caminin önünde sefalete ve dilenciliğe rastlanır. Büyük camilerde sadece üç hoca ibadeti idare eder.

Halk camiye hiçbir şey ödemez. Camiyi imar ettiren her kimse, caminin ihtiyaçlarını da o temin eder. Padişah, devletin ileri gelenleri veyahut zengin esnaf camiyi bina eder. Bu camilerde üç hoca bulunur: Biri kılıç tutar, diğer az evvel bahsedildiği üzere minarenin şerefesinde ezan okur, üçüncüsü ise eşrafın kurduğu vakıfla beraber camiyle ilgilenir. Osmanlılar Hıristiyanlara gâvur der ve padişah her diyarda hakimiyetinde bulunan kişi sayısını bilir. Padişaha yılda kelle başına 40 akçelik bir vergi öderler, 40 akçe bir altın eder. Bu hesapla, padişah her yıl yüz binler kazanır. 

Hıristiyanlar vergilerinin yarısını ve hasatlarıyla ahır hayvanları gibi sahip oldukları şeylerin onda birini, onları yöneten ve tımarlılar diye anılan efendilere verirler. Sultan veya diğer beyler için angarya hizmetler görmezler.

Ordu-yi Hümayun onların topraklarında ilerlerken, hiçbir asker ne buğday tarlalarından geçmeye, ne kimseye zarar vermeye, ne karşılığını bırakmadan bir şey almaya cesaret edebilir. Türk beyleri geceyi orada geçirir ve hırsızlığa cesaret edenlerin hiçbirini affetmez. Zira Müslüman ya da Hıristiyan, ne olursa olsun hiç kimseye zarar gelmesini istemezler. Ve bir tavuk alıp da karşılığını bırakmayan kimse bunun bedelini kellesiyle öder. Çünkü padişah fakirlerin huzur içinde yaşamasını arzular.

Hıristiyanlar aynı zamanda kendi hesaplarına satacakları on binlerce binek hayvanını, atı ve hayvan yemlerini padişaha göndermekle mükelleftir. Sonra onlarda önyargı uyandırmayacak hakkaniyetli bir anlaşma olur. Bu en eski zamanlardan günümüze hep böyle yapılagelmiştir.

Sultan Murad devrinde bir köylü kadın, çiftliğindeyken bir askerin zorla sütünü alıp içmesinden şikâyetçi oldu. Sultan onu yakalattı ve midesinde süt olup olmadığını anlamak için karnını yardırdı; çünkü asker bunu inkâr etmekteydi. Ve orada süt bulundu, eğer bulunamasaydı bu akıbet kadının da başına gelecekti. Böylece zavallı asker hayatını, kadınsa sütünü kaybetmiş oldu. Bu hadise Filibe’den Çirmen’e giden yolda yaşandı.

Sinop gibi Trabzon da Karadeniz kıyısında bulunur. Yüksek ve dağlık Trabzon diyarının her bir tarafı kâfirlerle sarılıydı. Hepsi Büyük Han, Uzun Hasan ve Canik Beyi gibi Tatarlardır. Bu hükümdarlar aynı dinden olmalarına rağmen Osmanlı’ya komşu olmaktansa Trabzon’a komşu olmayı tercih ederdi. İşte bu sebeple Trabzon üzerine yürürken Rum ve Tatar topraklarında birçok zorluk ve sefaletle karşı karşıya kaldık. Büyük zorluklarla Trabzon’a doğru ilerliyorduk. Sadece ordu değil, padişahın kendisi de zorluk çekiyordu.

Bu sırada padişahın hazinesinin bir kısmını taşıyan deve, sandıklarla beraber uçurumdan yuvarlanarak düştü. Sandıklar kırıldı ve eyerindeki altmış bin florin döküldü. Yeniçeriler koşuştu ve hazinenin mesulü gelmeden kimse paralara dokunmasın diye, elleri kınlarında hazineyi beklediler. Bu deve yüzünden tüm ordu durdu. Çünkü başka yol yoktu, üstelik bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Padişah geldi ve ordunun neden ilerlemediğini sordu. Hal izah edildi ve padişah o vakit, ordunun gecikmemesi için kim olursa olsun parayı toplayabileceğini söyledi. Bu, paralara yakın olanlar için iyiydi, çünkü geride kalanlara çok az para kaldı. Son gelenler toprağı kazıdılar.

Uzun Hasan, Türk hükümdarlarının kapılarına dayandığı toprakların sultanıdır. Sultan Mehmed, Bursa’dan ayrıldıktan sonra Petricalona denilen bir çayırlıkta otağını kurdurdu. Uzun Hasan yeri ve zamanı geldiğinde hizmet etmesi için Tatarlardan birini buraya göndermiş. Bu Tatar, Sultan’dan sonra gelen Mahmud Paşa’nın hizmeti altına girdi. Biz bu çayırlıkta kalırken bir gece, Mahmud Paşa iki hizmetkârıyla beraber dolaşmak için çadırından çıktı. Tatar, Paşa’yı vurmak için oku ve yayıyla pusuya yatmıştı. Onu gördüğünde korkuya ve dehşete kapılarak okunu bıraktı. Paşa’yı kaşlarının ortasından vurdu ve Paşa yere yığıldı. Hizmetkârları bir nida kopardı ve Tatar’ın peşine düşüp onu yakaladılar. Ertesi sabah haber Padişah’a ulaştı. Padişah, Mahmud Paşa’yı bizzat görmek için geldi ve öylesine kederlendi ki gözyaşlarına hakim olamadı. Zincire vurulmuş Tatarın getirilmesini, sırtüstü yatırılmasını söyledi. Yanan iki büyük balmumu taşıttı. Mumlar iyice tutuştuğunda padişah bir ayağını adamın göğsüne koydu ve tutuşan mumu ters çevirip damlalar, adamı kör etsin diye gözlerinin içine döktü. Sonra cellada belinden omzuna kadar derisinin yüzülmesini emretti. Tatar, bahsedilen işkencelere bir hafta daha maruz kalarak hayatını sürdürdü. Ardından yol kenarına bırakıldı ve köpekler tarafından parçalandı!

Biz yine biliyoruz ki Tatarlar, savaşta Türkler gibidir. Ne arkadan yapılan kuşatmalara ne kanatlara yönelen saldırılara müsaade ederler. Aksine Türklerin her birini savaşa dahil ederek göğüs göğse dövüşmeye zorlarlar. Bir de Tatarlar, Türklerinkine göre daha hızlı atlara sahiptir. Ayrıca pek cesur ve sabırlıdırlar. Bu tabiatları onlara üstünlük sağlar; çünkü ordu nizamları da Türklerinki gibidir. Oysa savaş nizamlarının benzemesi, Türklerin işine gelmez. Zira hal böyle olunca Tatarlar, Türkleri mağlup eder: Hıristiyanlarsa bunu asla başaramaz; hele mühim harplerde. Sebebi ise Hıristiyanların her zaman geriden kuşatmaya ve kanatlardan saldırıya mani olamamasıdır.

Zırhlı askerlerin hizaya girdiğini gören Türkler, adamlardan ziyade atları hedef alır. Atları yaralayacak mızrak, kılıç ve silahlarla her iki yandan saldırırlar. Atından düşen süvariyle olan kısım zaten işin kolay tarafıdır. İşte bu sebepten ötürü ağır zırhlardan kaçınmak elzemdir. Türklerle çarpışmak isteyen kim olursa olsun güçlük çıkaran âdetlerini bir kenara koymalı. Bunlara münasip talimler yapılmalıdır. Yayalara mızrak vermek mühim ve lüzumludur; zira kılıçtan daha iyi iş görür. Elbette mızrağın nasıl kullanılması gerektiğinin de iyice öğrenilmesi lazımdır. Bu şekilde, Rabbin de yardımıyla Türk sultanlarını yeneceklerdir.

Papa tarafından organize edilen haçlı seferleri için yapılan hazırlıkları duyan Sultan, işgal edilmiş bölgelerdeki Hıristiyanların da kendisine karşı çıkacaklarından endişelendi, bu yüzden tavsiyelerini almak üzere devlet adamlarını huzuruna çağırdı. Onlar da bir “engelleyici savaş” başlatmasının çok daha iyi olacağını ileri sürdüler. Sultan onlara aşağıdaki örnek alınacak öykü ile cevap verdi.

Fatih Sultan Mehmet örnek olarak kıymetli bir kilimin getirilmesini ve onlardan önce yayılmasını emretti, ortasına yerleştirilmiş bir elma vardı ve onlara şu bilmeyeceyi sordu; ‘Aranızdan herhangi biri bu elmayı kilimin üzerine basmadan alabilir mi?’ Devlet adamları bunun nasıl yapılabileceğini düşünerek aralarında tartıştılar, hesaplar yaptılar, ancak hiç biri buradaki ince espriyi göremedi.”

İmparator kendisi halının üst tarafında durarak onu iki elinin arasına aldı ve yuvarladı, kendisi de yuvarlandıkça arkasından ilerledi; böylece elmaya kadar ulaştı ve elmayı aldı ve halıyı eski haline getirdi.

Hünkar maiyyetine şunu söyledi: ‘Gavura yavaş yavaş eziyet etmek, topraklarının hepsini tek seferde istila etmekten daha iyidir. Çünkü eğer orada küçük bir başarısızlık elde edersek, ehemmiyetsiz oluruz. Ondan sonra da gavurdan işgal ettiğimiz bütün topraklar bize karşı olur, isyan eder. Böylece orda bulunan herkes hünkarın konuşmasını ve verdiği dersi alkışladı.

Notlar

Namaz vakitlerini teheccüd ve kuşluk namazları da dahil ederek yediye çıkartmış.

Hutbede müezzin olarak adlandırdığı din görevlisi müezzin değildir, hutbeyi imam okur.

Gayrimüslimlerden toplanan vergilerin Avrupa’da olduğu gibi hükümdarın şahsi kasasına girdiğini zannediyor. Oysa vergiler devlet hazinesine aittir.

Bahsigeçen camilerde bulunan üç hocanın sırasıyla imam, müezzin ve kayyum, “kılıç tutar” dediğinin ise savaşla fethedilmiş beldelerde imamın hutbe sırasında elinde kılıç tutma sünneti olması muhtemeldir.

Tatar eskiden başta Ruslar olmak üzere bazı yabancıların Osmanlılar hariç bütün Türklere, Türk ise Osmanlı Türklerine verdikleri isimlerdi.

Kitabın Çek versiyonundaki Türkçe kökenli kelimeler

Aga = ağa
akandye = akıncı
akcza = akça
alamsandial = alem-i sancak
Anatolibeglerbegy = Anadolu Beylerbeyi (Anadolu genel valisi)
axssam namazy = akşam namazı
azap = azap
bacht = baht
bassa = baş, paşa
bassalar = paşalar
bayram.
beg = bey
beglerbegy = beylerbeyi
bergantyne = pergende (Çektiri sınıfından bir tür savaş gemisi)
bozduhan = bozdoğan
buiuk bayram = büyük bayram, Kurban bayramı
buiuk beg = büyük bey
cucyuk bayram = küçük bayram, Ramazan bayramı
czader = çadır
czaussy = çavuş
czaussbassa = çavuş başa
czeribasstwie = çeribaşı
czesnegirler = çeşnegirler
czesnegirbassa = çeşnegirbaşı
denissik czaderi = danışık çadırı
derwissler = dervişler
dian = can
diebodibassa = cebeci başı
dienet, dieneth = cennet
dilficary = Zülfikar
dyzdar = dizdar
dzomameczyt = cuma mesçit
ferissteler = ferişteler
geniczari, geniczarin = yeniçeri (geniczarsky – sıfat)
genikehage, genikehagamir = yeni kahya
gimarat = imaret
hadomlar = hadımlar
hama heli = hamail (muska)
han
hayfsorudi = keyf sorucu (bilgi soran)
honker = hünkâr
issihaluati = ısı halveti
kan = han.
kapidi basslar = kapıcıbaşılar
karipi gitiler = garip yiğitler
kariplar subasslari = garip subaşları
kaury = gâvur
kechaya = kâhya
kianat guni = kıyamet günü
koran = kuran
kos = kös (Savaşlarda, alaylarda at, deve veya araba üzerinde taşınan ve işaret vermek için kullanılan büyük davul)
kulukbasse = bölük başı
kuran = Kur’an
kussluk namazy = kuşluk namazı
kypterbassa = kihter başı (Genç uşakların başı. Kihter – yaşça en küçük olan
mauzel = mazur
mechterler = mehterler
mechterbassa, michterbassa = mehter başı
metrese = medrese
mire = mirza
namaz
otak = otak, otağ
oyle namazy = öğle namazı
padisach = padişah
passmage = başmak, paşmak
pehambar, peambar = peygamber
pendik = pencik (Asker yetiştirilmek üzere, savaş tutsaklarından beşte bir oranında ayrılan acemioğlan adaylarına verilen ad)
sabach namazy = sabah namazı
salich = salih
sandale = sandal
samach = sema, semah
sandiakbegowe = sancakbeyi
sarachory = cerahor (Osmanlı’da ordu hizmetinde kullanılan hırıstiyanlar ya da ücretli askerler)
segiwan = sayvan (Güneşten, yağmurdan korunmak için veya süs olarak bir şeyin üzerine çekilen dam saçağı gibi düz veya eğimli örtü)
skendie = işkence
solak bassa, solaczy = solak başı
soluchtarbassa = silâhdār başı
spachyoglar = sipahi oğlanı
spachyoglarbassa = sipahi oğlanlarbaşı
subassy, subasstwie = subaşı
sultan
ssegitan = şeytan
talambas = davulbaşı
temzyt namazy = temcit namazı
tessfir = tefsir
tessfirdi = tefsirci
thymererler = tımarlar
uczoglandar = içoğlanlar
ulasadibasslar = ulüfecibaşı
ulassadie = ulüfeci
Urumely beglerbegy = Rumeli beylerbeyi (Rumeli genel valisi)
wezirler = vezirler
yaczy namazy = yatsı namazı
ykindi namazy = ikindi namazı

Kıssadan hisse (alınacak ders)

Osmanlı Devletinin ilk kuruluşunda halkının tamamı Oğuzların Kayı boyu mensubu Türklerdi. “Osmanlı”, Osman Gazi’nin kurup onun ve hanedanın yönettiği devletin adı oldu. Sonra toprak genişlemesi sonucu bir çok millet, Yunan, Bulgar, Sırp, Arnavut, Macar, Hırvat, Sloven, Boşnak, Makedon, Romen, Roman, Arap, Ermeni, Anadolu-Pontus-Kafkas Rumları, Yahudi, Levanten (Latin), Kürt, Zaza, Süryani, Nusayri, Bedevi, Kıpti, Yezidi, Acem vb  Osmanlı yönetimine girdi. Osmanlı Devleti çok uluslu imparatorluğa dönüştü. Osmanlı diye bir millet hiçbir zaman olmadı. Ortada ulus devlet olmayınca olan oldu. Sayıca az olanların dışında bütün milletler isyan etti. Osmanlı dağıldı gitti. Tıpkı Yugoslavya, Sovyetler gibi.

Kaynaklar:

Bir Yeniçerinin Hatıraları. Konstantin Mihailoviç. Fransızca’dan Çeviren Behiç Anıl Ekim & Nuri Fudayl Kıcıroğlu. Ayrıntı Yayınları. İstanbul 2013.

Turkish Loanwords in the Czech Manuscript of Konstantin Mihailović’s “Memoirs of a Janissary”. Snežana Petrović. Proceedings of the Etymological Symposium Brno 2017, 12–14 September 2017, Brno. Edited by Ilona Janyšková, Helena Karlíková & Vít Boček. Nakladatelství Lidové noviny. Praha 2017

Bir Yeniçerinin Hatıraları / Konstantin Mihailoviç. Çağlayan Çevik http://www.tarihkitap.com/?Syf=26&Syz=599660&/Bir-Yeniçerinin-Hatıraları-/-Konstantin-Mihailoviç7

Bir Hıristiyan Yeniçerinin Hatıratı. Semerkand Dergisi / Kasım 2014 http://www.kenanaydin.com.tr/semerkanddergisi-bir-hiristiyan-yenicerinin-hatirati-kasim14.html

Batı’ya sevdalı bir yeniçeri. Halil Türkden. Agos  21.08.2013 http://www.agos.com.tr/tr/yazi/5493/batiya-sevdali-bir-yeniceri

Kızılelma’nın İzinde-Turan dünyasının 10 bin yıllık sırrı. Necati Gültepe Ötüken Neşriyat A.Ş., 21 Ara 2015

Bülent Pakman. Nisan 2018. İzin alınmadan, aktif link verilmeden alıntı yapılamaz.

Al Khobar Ofis

Bülent Pakman kimdir?

About bpakman

İnşaat Yüksek Mühendisi, evli.
Bu yazı Osmanlı içinde yayınlandı. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.

1 Responses to Bir Yeniçeri’nin Hatıraları

  1. adem taşan dedi ki:

    Sevgili hocam Bülent Pakman; Güzel bir derleme ile paylaşımınızı sonuna kadar okudum…sağolun varolun…

    Beğen

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.