İlk Arap-Türk Savaşları

Taberi’ye göre ilk Arap-Türk savaşları

Önsöz

Bu yazı kısaca Taberi Tarihi olarak bilinen (Tarûhu’t-Taberû – Târihu’l-Ümemi ve’l-Mulûk) eserinden alıntılarla meydana getirilmiş olan bir araştırmadan (yazı sonunda belirtilen kaynak) yararlanılarak parantez içerisine alınmış bazı notlarla ve bir miktar günümüz Türkçesine uyarlanarak derlenmiştir. Sonuç olarak bu yazıdaki anlatımlar tarihçi Taberi’ye aittir.

Taberi kimdir?

Taberi 9. ve 10. yüzyılda yaşamış tefsirci, kurra (Kuran’ı okumanın kurallarında uzmanlaşmış kıraat-Kuran okuma bilgini), muhaddis (hadisleri derleyen ve onları kendi tespit ettikleri kriterlere göre sınıflandıran), tarihçi, fakih (İslam hukukçusu), usulcü (hadis ilminin dirayete dayanan prensipler bölümü – usuliyyat ile meşgul olan) ve müctehiddir (fıkıh – İslam hukuku usûlü prensiplerini kullanarak hükme varan).

Taberistan’ın (İran’ın Mazenderân eyaleti. Kuzeyinde Hazar denizi, Güneyinde Elburz dağları silsilesi, doğuda Cürcân batıda Gilan ile çevrili) Âmul şehrinde 839 yılı sonunda veya 840 yılı başında dünyaya gelmiştir. Kendi ifadesine göre “Yedi yaşındayken Kuran’ı ezberlemiş. Sekiz yaşındayken insanlarla birlikte namaz kılmaya başlamış. Dokuz yaşına gelince Hadisleri yazmaya başlamış.” İlk tahsilini Âmul’de tamamladıktan sonra ilim tahsili için Rey, Basra, Kûfe, Medine, Suriye ve Mısır gibi şehir ve ülkeleri dolaşıp en sonunda hilâfet merkezi olan Bağdat’a yerleşmiştir. Zamanında hadis, fıkıh, kırâat, tarih ve edebiyat alanlarında ünlü olan birçok âlimden ders almış yetiştikten sonra da bütün bu ilimlerde eserler vermiştir.

Taberî, kendi zamanına kadar olan olayları farklı anlatanlar kanalıyla, yaşadığı devreyi ise bizzat kendi gözlemleri ve olaylara bizzat şahit olmuş kimselerin ifadelerine dayanarak kaleme almıştır. Taberî kendinden sonra gelen tarihçilere kaynaklık etmektedir. Taberî eserinde Arapların tarihî bilgilerinin bir özetini vermeyi hedef almıştır. Bazen bir olay için çeşitli eserlerden alınan bilgileri eserine olduğu gibi almıştır. Eseri Taberî’nin kendi görüş ve düşüncelerinden tamamen uzaktır. Ayrıca izlediği yöntem kendinden sonra gelen tarihçiler tarafından örnek alınmış sonraki dönem tarihçilerin birçoğu da eserlerini yaratılıştan yaşadıkları zamana kadar eserlerine almışlardır. Taberî’de bulunan anlatımların çeşitliliği sebebiyle farklı birden çok bilgiye ulaşmak mümkündür.

Târîhu’l-Ümemi ve’l Mulûk

Taberi’nin en çok yankı yapan eseridir. Yaratılıştan başlayarak M.S. 914 yılına kadar olan insanlık ve genel dünya tarihini içermekte, yaratılıştan kendi zamanına kadar olan olayları senetleriyle birlikte kaydetmektedir. İbn Hallikan şu sözlerle bu kitabın değerini ortaya koyar: “Onun Tarih’i en doğru tarih kitabıdır.” İbn Kesîr, kendisi Taberî’den faydalandığı gibi onun anlatımlarını da överek şöyle demiştir: “Tarih rivâyeti konusunda en güvenilir olanıdır.” İslâm tarihi çalışmalarında en fazla üzerinde durulan ana kaynaklardan biri olarak kabul edilen bu eser Taberî’ye “Tarihin Babası” ünvanının verilmesine sebep olmuştur. Bu nedenlerle Taberî’yi İslâm dünyasının Heredot’u olarak kabul edenler vardır.

Taberi eserinde Türklerin başbuğlarını “Hakan”, Hazarları da “Türkler” olarak adlandırmaktadır. Taberî Tarihinde yalnız Mâverâünnehir bölgesindeki Türklerin başbuğlarına değil aynı zamanda Hazarların da krallarına Hakan, Hakan’ın hanımına da Hatun demiştir.  Mâverâünnehir Horasanda bulunan Ceyhun nehrinin öteki yakasıdır. İslâm kaynaklarında bu yer Eftalitlerin yurdu olarak da geçer. Eftalitler – Ak Hunlar Orta Asya’dan gelerek M.S. 5. yüzyılda aşağı Türkistan’a yerleşerek önemli bir varlık gösteren Türk kavmidir.

Taberi Tarihinde “Türkler” ifadesi 101 kez, “Türk” ifadesi 210 krz, “Türkî” ifadesi 69, “Hazarlar” ifadesi 64 kez, “Hakan” kelimesi 125 kez ve “Hatun” kelimesi 5 kez geçmektedir.

Taberi’nin diğer eserleri

  • İhtilâfu’l-Fukahâ

  • Letâifu’l-Kavl fi Ahkâmı Şerâii’l-İslâm

  • Kitâbu’l-Kırâat ve Tenzîlu’l-Ku’rân

  • Kitâbu Şerhi’s-Sunne

  • Kıtâbu’l-Âdâbı Menâsiki’l-Hacc

  • Kitâbu’l-Mu’ciz fi’l-Usûl

  • Kitabu’l-Ğârîb ve’t-Tenzîl ve’l-Aded

  • Ahkâmu Şerâi’i’l-İslâm

  • Adâbü’l-Kudât ve’l-Muhadara ve’s-Sicillât

  • Tehzîbü’l-Âsâr

  • Câmiu’l-Beyân An (Fi) Te’vîli Âyâti’l-Kur’ân

Araplar gelmeden öncesi Horasan

Günümüz İran topraklarında 224 – 651 yılları arasında hüküm süren Sâsânîlerin Hükümdarı Feyrûz (459-484) döneminde Eftalitler (Akhunlar), tarih sahnesinde ciddi bir güç haline gelmiştir. Eftalitler bilinen Türk tarzı askerî sistemine göre yapılanmış göçebe bir Türk kavmiydi. Feyrûz tahtı ele geçirmek amacıyla Akhunların yardımını sağladığı için, önce Tâlekân ve Tirmîz kentlerini onlara bırakmıştır. Ancak bir süre sonra iki taraf arasında çıkan savaşta Eftalitler, Sâsânîleri büyük bir yenilgiye uğratmıştır. Sâsânîler için faturası ağır olan bu savaşta Feyrûz hayatını kaybetmiş ve Eftalitler Sâsânîler’i vergiye bağlamıştır. Sasani hükümdarı Kabaz’ın (Kavâd/Kubat 488-541 dönemi) Eftalitler’in yardımı ile tahta çıktığı ve saltanatı boyunca onların nüfuzu altında kaldığı bilinmektedir.

546 yılında Göktürkler Avarları ortadan kaldırıp Akhunların egemen olduğu doğu bölgelerine yayılmaya başlamıştır. O sırada Sâsânî hükümdarı Nûşirevân’ın (541-579) Göktürklerle işbirliği sonucu Eftalit Devleti, 563-567 yılları arasında ortadan kaldırılmış ve Göktürkler ile İranlılar arasında Ceyhun nehri (Pamir’den doğar günümüz Tacikistan ve Kuzeydoğu Afganistan sınırını oluşturduktan sonra geniş bir delta ile Aral gölüne ulaşır) sınır kabul edilerek Eftalit ülkesi paylaşılmıştır. Göktürklerle Sâsânîlerin beraber hareket etmesindeki en önemli etken Göktürk Hakanının Nuşirevân’ın kayınbabası olmasıydı. Nûşirevân’ın Göktürk Hakanın kızından dünyaya gelen oğlu IV. Hürmüz (579-596) daha sonra İran Kisrası (İmparatoru) olarak onun yerine geçmiştir.

Yaklaşık ondokuz yıl (571-590) Bizans ile bitmek bilmeyen bir mücadelenin içine girmiş olan Araplar, Sâsânîler’e karşı 635’de Kâdisiye, 637’de Celûla savaşlarını kazandıktan sonra  Nu’man bin Mukarram el-Muzeni komutanlığında Nihavend savaşı (641-642) ile Sâsâniler’e karşı büyük bir zafer kazanınca geniş İran topraklarını ve Orta Asya kapıları Araplara açılmış oldu.

Aşağıdaki anlatımlar, parantez içerisindeki eğik yazılı notlar ve başlıklar dışında tarihçi Taberi’ye aittir.

Arapların Türk topraklarını istilası

Hz. Ömer döneminde Arap Suveyd bin Mukarrin’in komuta ettiği ordu 642-643 yılında Bistâm’da (Hazar Denizinin Güney Doğusunda) olduğu bir sırada Suveyd bin Mukarrin, Curcân’a (Hazar Denizinin Güney Doğu kıyısında, Farsça adı Gürgan) ilerlemiş, hükümdar Ruzbân Sûl cizye (Arapların Müslüman olmayanlardan aldığı vergi) vermeye razı olmuştur.

Arapların işgal ettiği ve yağmaladığı Türk coğrafyası

642-643 yılında Arap komutan Ahnef bin Kays Horasan’ın fethine girişmiş ve Belh’e kadar dayanmıştır. Hz. Ömer, onun Mâverâünnehir’e girmesine izin vermediği için Belh Arapların sınır şehri olmuştur. Bu durum karşısında son Sâsânî hükümdarı Yezdecird, bu tarihlerde henüz ayakta olan Batı Göktürk ve Çin devletlerinden yardım istemiş, ancak olumlu bir yanıt alamamıştır. Bu nedenle, önce Toharistan’a (Horasan’ın günümüz Afganistan’ında bulunan büyük bir yöresi), sonra Seyhun ötesine sığınmak zorunda kalmıştır.

Ahnef’den sevindirici haberi alan Hz. Ömer insanları mescitte toplayarak onlara fethi haber veren mektubu okumuş, ayrıca minberden şöyle bir konuşma yapmıştır: “Dikkat ediniz! Şüphesiz ki, Allah Mecusî krallığını helak etmiş ve onların birlikteliğini parçalamıştır. Artık onlar tek bir müslümana zarar verebilecek bir karış toprağa sahip değillerdir. Dikkat ediniz. Allah sizi onların topraklarına, memleketlerine, mallarına ve çocuklarına varis kıldı. Bunları bildikten sonra Cenab-ı Hakk nasıl davrandığınızı imtihan edecektir. Ben bu ümmet hakkında başına gelecek hiçbir şeyden korkmam, ancak sizin tarafınızdan gelecek kötülüklerden korkarım.” Hz. Ömer bunun arkasından el-Ahnef bin Kays’a mektup yazıp Ceyhun nehrini aşmamasını ve oradaki illeri korumasını tavsiye etti.

Hz. Ömer devrinde (634-644) Arap imparatorluğun sınırları doğuda İran-Turan arasında eski çağlardan beri sınır olarak kabul edilen Ceyhun (Amuderya) Nehrine kadar uzanmıştır.

Halife Ömer’den sonra Horasan ve Toharistan’da Araplara karşı genel bir ayaklanmanın patlak verdiği ve hatta bazı önemli kentlerin geri alındığı görülmektedir. Bu nedenle 651 yılını takip eden birkaç yıl içinde Abdullah bin Âmir’in komutasında karşı saldırıya geçilerek daha önce ele geçirilmiş ve elden çıkmış olan kentler yeniden fethedildi.

Ahnef bin Kays komutasındaki ordu Kûhistan üzerine yürümüş ve burada karşılarına Heratlı Eftalit Türkleri çıkmıştır (Eftalitler -Ak Hunlar Orta Asya’dan gelerek miladî 5. yüzyılda aşağı Türkistan’a yerleşen Türk kavmi). Ahnef onlarla savaşmış ve onları da mağlup etmiştir. 652 yılında Ahnef bin Kays Mervu’r-Rûz, Talekan, Faryâb, Cüzcan ve Toharistan’ı fethetmiştir. Ayrıca Belh halkıyla da bir anlaşma yapmıştır.

Halife Osman’ın son yılları ile Halife Ali devrinde iç karışıklıklar sebebiyle Horasan ve Toharistan’daki fetihler eski hızını kaybetmiş ve hatta duraklamıştır. Bununla beraber fethedilen yerler korunabilmiştir.

Muâviye bin Ebî Süfyan Dönemi (661-680)

Horasan ve Mâverâünnehir bölgelerinin büyük bir kısmı Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde fethedilmiş ve yönetimsel bakımdan Basra’ya bağlanmıştı. Sonrasında Arapların arasında meydana gelen iç çekişme sebebiyle bu bölgenin insanları Araplarla olan anlaşmalarını bozmuşlar ve vergilerini ödemez olmuşlardı. Bu bölgeyi çok iyi tanıyan Abdullah bin Âmir, Muâviye tarafından Basra valiliğine atandıktan sonra 663-664 yılında Abdurrahman bin Semure’yi Sicistan’ın (İran ile Afganistan arasında sınır bölgesi Sistan olarak da bilinir) fethine görevlendirdi. Abdurrahman, Abdullah bin Hâzim ile birlikte başta Kâbil olmak üzere Belh, Büst ve diğer bazı şehirleri fethettiler. Yine aynı yıl içinde, Sind’in fethine gönderilen Abdullah bin Sevvâr el-Abdî, bu bölgede Türkler ile yaptığı savaşı kaybedince görevinden alınarak yerine Mühelleb bin Ebî Sufra atandı.

664-665 yılında Türkler ile yaptığı savaşı kazanan Mühelleb, bu bölgede İslâm hakimiyetini yerleştirmeye başlamıştı.

665 yılında Ziyâd bin Ebîh’in Basra valiliğine atanmasından sonra Horasan ve Sistan’a yapılan askerî harekât plânlı bir şekle sokulmuştur.

667 yılında Ziyâd’ın Horasan valiliğine getirdiği Hakem bin Amr el-Ğıfârî, Toharistan’ı fethetmek amacıyla akınlara başladı. Üç yıl kadar sürdüğü anlaşılan bu akınlar esnasında Hakem, III. Yezdecird’in oğlu Feyrûz’u yenerek Çin’e kaçmak zorunda bırakmıştır. Hakem, Ceyhun nehrini geçerek Çağanyân’a (Buhara’nın beldesi) kadar ilerlemiştir. Diğer taraftan Hakem ile birlikte askerî harekâta katılan Mühelleb de Türkler’e karşı yeni başarılar kazanmıştır.

671 yılında Horasan’a atanan vali Rebî bin Ziyâd el-Hârisî Horasan’a Arapları ilk defa aileleri ile beraber götürüp oraya yerleştirmiştir. Ziyâd bin Ebîh, Horasan ve Toharistan’a yapılan seferleri uzaklığı sebebiyle, Kûfe ve Basra ordugâhlarından gerektiği şekilde destekleyemiyordu. Bu sakıncayı gidermek amacıyla, savaş bölgelerine yakın yerlerde yeni ordugâh kurma gereğini duydu ve Halife Muâviye’yi bu konuda ikna ederek Merv’i bir ordugâh kenti haline getirdi. Kûfe ve Basra’dan 50 bin kişiyi, başta Merv olmak üzere Herat, Tus, Nisâbûr ve Belh şehirlerine yerleştirdi. Böylece Türkistan’a karşı girişilecek fetihlerde hareket üssü durumunda olan Horasan eyaleti oluşmuş oluyordu. Rebî bin Ziyâd, Ahnef bin Kays’la anlaştıktan sonra bağlarını koparan Belhlileri barış yoluyla boyun eğdirdi. Sonra Kûhistan üzerine bir sefer düzenledi ve bölgede karşı karşıya geldiği Eftalit Türklerini yenerek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Kuteybe bin Müslim tarafından daha valiliği döneminde öldürülecek olan Nîzek Tarhan, Rebî’nin karşısında tutunamadı. Ayrıca Rebî’nin yanında cariyesi ve kölesiyle birlikte nehrin karşı yakasına geçtiği ve buralarda birçok ganimet elde ettiği bu sebepten dolayı kölesini azad ettiği rivâyet edilir. Yine aynı rivâyette daha önce Hakem bin Amr’ın valiliği döneminde nehrin karşı tarafına geçildiği fakat herhangi bir fetihte bulunulmadığı rivâyet edilmiştir. Ayrıca Araplardan nehrin suyunu ilk kez içenin Hakem bin Amr’ın kölesi olduğu ve ondan sonra Hakem’in de sudan içerek  abdest aldığı ve Mâverâünnehir’de iki rekat rekat namaz kıldığı rivayet edilmektedir. Hakem Araplardan bunu yapan ilk kişi olmuştur. Hakem bin Amr burada Türk hükümdarı Nîzek Tarhan’ı yendi. Âmul ve Zem gibi bazı kentleri fethedip Harezm’e kadar ilerledi ve aldığı yönetsel önlemlerle Horasan’daki İslâm egemenliğini sağlamlaştırdı. Böylece Horasan ve Toharistan topraklarının büyük bir kısmı Arap egemenliği altına alınmış oluyordu. Görüldüğü gibi Ziyâd bin Ebîh’in Irak valiliği esnasında takip edilen plânlı fetih hareketi neticesinde Horasan ve Toharistan’ın büyük bir kısmı Arapların eline geçmiş ve sınır Ceyhun nehrine kadar dayanmıştı. Ayrıca alınan köklü tedbirlerle Horasan’daki Arap hâkimiyeti sağlamlaşmış oluyordu.

674 yılında Rebî ve Ziyâd’ın ölmelerinden sonra Muâviye, Ubeydullah bin Ziyâd’ı Horasan valiliğine atadı. Ubeydullah, yanında bulunan ve bölge hakkında bilgi sahibi olan Eslem bin Zur’a el-Kilâbî gibi kimselerin de olduğu bir orduyla birlikte Buhâra’ya doğru hareket etti. Devesinin sırtında Buhâra dağlarına doğru nehri geçen Ubeydullah, orduyla birlikte nehri geçen ilk kişi oldu. Ceyhun’u geçen Ubeydullah, Mâverâünnehr’in önemli kentlerinden birisi olan Buhâra’da Türklerle karşılaştı. Onların hükümdarları Kabac Hatun adında bir kadındı. Araplar Türkleri yendi. Bu o kadar ani oldu ki, Hâtun Ubeydullah’ın askerlerinin eline geçmemek için aceleden çorap ve ayakkabı çiftlerinden ancak birer tanesini giyme fırsatını buldu. Kabac Hâtun’un altın ve mücevherlerle kaplanmış çorap ve ayakkabı çiftlerinden 200 000 dirhem değerini bulan birer tanesi Ubeydullah’ın askerlerinin eline geçti. Ubâde bin Hısn, Ziyâd’ın Türklerle yaptığı savaşı anlatırken şunları demiştir: “Ben Ubeydullah’dan daha sert savaşanını görmedim. Horasanda Türklerden bir orduyla karşılaşmıştık. Ben bir baktım Ubeydullah savaşıyordu daha sonra baktım üzerlerine atıldı ve bir anda kayboldu daha sonra kanlar akar bir vaziyette bayrağı kaldırdığını gördüm.”

676 yılında Muâviye, Horasan valiliğine Saîd bin Osman bin Affan’ı atadı. Saîd ile Horasan’a gönderilenler arasında Arab’ın seçkin kimseleri olduğu gibi, asker olanların çoğu Basra’da çeşitli kötü işlere karışmış ve hapsedilmiş kimselerdi. Ayrıca cihada katılmak isteyenlerle ordusunu güçlendirdi. Hatta o, Fars yolunda hac yolu kesen eşkiyaları bile, kendilerine maaş bağlayarak, ordusunda savaştırdı.

Saîd ordusuyla önce Ceyhun nehrini geçti, karşılarına Soğd (Buhâra’nın doğusunda Semerkand’a kadar olan bölge) halkından oluşan bir ordu çıktı. Geceye kadar durakladılar. Sonra savaşsız bir şekilde ayrıldılar. Bir gün sonra Saîd bin Osman, Soğdlular üzerine yürüdü ve onların ordusunu yendi. Şehirlerini kuşatan Saîd bin Osman’la anlaşma yapmak zorunda kaldılar. Ona kentin ileri gelenlerinin çocuklarından ellisini rehine olarak verdiler.

Abdülmelik bin Mervân Dönemi (685-705)

Emevî devleti içindeki karşılıklardan yararlanan Sicistan Türk hükümdarı Rutbil Emevi devletine karşı ödemek zorunda olduğu vergiyi ödemedi. Bu yüzden Abdülmelik’in Irak genel valisi Haccac bin Yusuf, Ubeydullah bin Ebî Bekir’i 698 yılında askerî birliğin başında Sicistan’a gönderdi. Kûfe ve Basralı birliklerle yola çıkan Ubeydullah, yol boyundaki bazı kaleleri yıkarak ilerliyordu. Durumdan haberdar olan Rutbil, yanındaki Türklerle birlikte geri çekildi. Ubeydullah bölgede ilerledi, uygun bir anda Rutbil, Arapları çember içine alarak bütün geçitleri kapattı. Böylece çaresiz kalan Ubeydullah, Türk hükümdarına 700 000 dirhem vermek suretiyle kurtulabildi.

Ubeydullah’ın Türkler karşısındaki yenilgisi Haccac’a çok ağır gelmişti. Haccac, durumdan halifeyi haberdar etti ve Rutbil üzerine yeni bir ordunun gönderilmesi için halifeden izin aldı. Bunun üzerine 699 yılında Basra ve Kûfe’den 40 000 kişilik bir orduyu Abdurrahman bin Eş’as komutasında bölgeye gönderdi. Ordunun moralini yüksek tutmak için maaşlarını peşin ödemişti. Abdurrahman’ın büyük bir orduyla yola çıkması üzerine Rutbil istenilen vergiyi vermeye razı olduğunu bildirerek antlaşma teklif etti. Ancak kendisinden çok emin olan Abdurrahman antlaşmaya razı olmadı. Abdurrahman, Rutbil’in ülkesinde pek çok kenti ele geçirerek ganimet ve esirler alarak ilerliyordu. Orduyu yeniden düzenlemek ve Rutbil’i iyice yıpratmak için bir yıl burada konakladı. Ertesi yıl merkez üzerine yürüyerek fetihlerde bulundu. Araplara karşı bir şey yapamayacağını anlayan Rutbil geri çekildi. Abdurrahman fetih müjdesini Haccac’a bildirdi. Fakat Haccac, daha da ilerlere giderek yeni fetihler yapılmasını istedi. Hatta Haccac, Abdurrahman’ı komutanlıktan almakla tehdit etti. Haccac’ın bu tutumuna çok kızan Abdurrahman, ordusunu toplayıp durumdan haberdar etti ve Haccac’a olan bağlılığını kaldırdığını, bundan sonra müstakil olarak hareket edeceğini açıkladı. Böylece Abdurrahman açıkça Haccac’a başkaldırmış oluyordu. Abdurrahman, Haccac’a karşı savaşmak için Rutbil ile de anlaştı. Abdullah bin Hâzim de Halife Abdülmelik tarafından katledilmesine karşın onun oğlu Musa, Emevî halifesine karşı başkaldırarak daha önce Mâverâünnehr’de sığınmış olduğu kaleden hareket ederek Kiş’e geldi ve burada yaptığı savaşı kazanarak Tirmîz’in üzerine yürüdü ve burasını ele geçirdi. Tirmîz halkı Türkler’den yardım istedilerse de olumlu bir sonuç alamadılar.

704 yılında Musa, Türkler, Eftalitler, Araplar ve Tibetliler’den meydana gelen büyük bir orduyu yendi.

Kuteybe bin Müslim

704 yılında Haccac bin Yusuf tarafından Horasan’a vali tayin edilen Kuteybe bin Müslim el-Bâhilî, Horasan’da askerlere şöyle hitab etti:

Allah bu yeri, dinini yüceltmek için size helal kıldı. Sizi haramlardan uzaklaştırdı. Sizin malınızı çoğaltır ve düşmanlarınızı zelil kılar. Nebi (sav) sahih hadisinde sizlere zafer vadetti. Allah Kuran-ı Kerim’de şöyle buyurdu: ‘Müşrikler hoşlanmasalar bile, Peygamberini her dinin üstüne çıkarmak için, onu hidayet ve hak din ile gönderen işte O’dur.’ Kendi yolunda cihad edenlere Allah büyük sevap vaat etti. Büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır. ‘Allah yolunda çektikleri bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri kızdıracak bir yeri çiğnemeleri ve düşmana karşı bir başarıya erişmeleri yoktur ki, karşılığında kendilerine salih bir amel yazılmış olmasın. Çünkü Allah, güzel amel edenlerin ödülünü boşa götürmez. Onların Allah yolunda harcadıkları küçük ve büyük bir nafaka ve geçtikleri bir vadi olmaz ki, (bunun karşılığında) Allah, yapmakta olduklarından daha güzelini kendilerine vermek için hesaplarına yazmış bulunmasın.’ ‘Sakın Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanmayınız. Doğrusu onlar Rableri katında diridirler, Allah lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri şekilde rızıklanırlar. Allah’a karşı olan sözü yerine getirin. Kendinizi bu yüce gayeye ve her türlü zorluğa hazırlayın. Sakın ha gevşemeyin!”.

Merv’den hareket eden Kuteybe, Tâlekan’a vardığında Belh dihkânları (toprak sahiplerine verilen bir ad olup bunlardan büyük arazilere sahip olanlar kent yönetiminde etkindirler) ve büyükleri onu karşıladılar. Beraberce Belh’e doğru yürümeye devam ettiler. Nehri geçtikleri zaman Sâğâniyan hükümdarı Tişü’l-Aver onları altın anahtarla ve hediyelerle karşıladı. Kuteybe’yi ülkesine davet etti. Ayrıca Küftan kralı hediyelerle gelerek memleketine davet etti. Fakat Kuteybe, Tîş’le birlikte Sâğâniyan’a gitti. Hükümdar ona ülkesini teslim etti. Nedeni ise komşusu olan Ahrûn ve Şûmân hükümdarları ona savaş açıyor, kötülük yapıp sıkıntıya düşürüyorlardı. Bundan sonra Kuteybe Tohâristân’da bulunan Ahrûn ve Şûmân üzerine yürüdü. Bunun üzerine Kuteybe’ye gelen Toharistan meliki, her yıl fidye vermesi karşılığında anlaştı. Kuteybe, kardeşi Salih bin Müslim’i ordunun başında bırakarak kendisi Merv’e döndü. Kuteybe’nin geri dönüşünden sonra Salih Bâsâra’yı fethetti. Bu savaşlarda ileride son Horasan valisi olacak olan Nasr bin Seyyâr var idi. Nasr, bu savaşlarda başarılar göstermiş, ona karşılık da kendisine Tancâne denilen bir köy hibe edilmişti. Sonra Salih, Kuteybe’nin yanına gitti Kuteybe de onu Tirmîz’e atadı. Başka bir rivâyette ise Kuteybe bu yıl boyunca nehri geçmeden önce Belh’de kalmıştı. Çünkü Belh’in bazı yerleri ona karşı isyan etmişlerdi. Onlarla savaştı. Onlardan esir aldı ve anlaşma yaptı. Yapılan bu savaşlarda Nevbahâr meliki Bermek’in (Halid bin Bermek’in babası) hanımı da esir alınmış, ganimetler arasında pay edilirken bu kadın Kuteybe’nin kardeşi Abdullah bin Müslim’in payına düşmüştü. Abdullah bin Müslim’in bu kadından çocuğu olmuştu.

Şûmân hükümdarıyla barış yapan Kuteybe elinde Arap esirler bulunduran Bazeğîs hükümdarı Nîzek Tarhan’a tehdit edici sözlerin bulunduğu bir mektup yazarak, Arap esirlerin serbest bırakılmasını istedi. Kuteybe’den korkan Nîzek elindeki Arap esirleri serbest bıraktı. Bunun üzerine Kuteybe bin Müslim, Ubeydullah bin Ebî Bekre’nin azatlısı Süleym en-Nâsıh’ı anlaşma yapmaya çağırması için Nîzek’e gönderdi. Eğer gelip anlaşma yapmayacak olursa onunla sonuna kadar mücadele edeceğini, hatta bu uğurda canını bile feda edeceğine dair yeminin bulunduğu mektubu da Nîzek’e gönderdi. Nîzek, Süleym en-Nâsıh’a böyle bir mektubun üslûbunu beğenmediğini, böyle yazılmaması gerektiğini söyledi. Süleym “Ebû Heyyac! O otoriter birisidir. Sana yazmış olduğu ağır sözler senin ona gitmene engel olmasın. Eğer sen ona yumuşak davranırsan, o da sana yumuşar; eğer zorluk çıkarırsan senin üzerine gelir.” diyerek Nîzek Tarhan’ı Kuteybe’nin yanına gitmeye ikna etti. Süleym’le birlikte Kuteybe’nin yanına gelen Nîzek, 706 yılında Bâzeğis’e girmemesi şartıyla anlaşma yaptı.

706 yılında Kuteybe Nîzek’le anlaşma yaptıktan sonra bir süre Merv’de kaldı. Daha sonra Beykent üzerine yürüdü. Önce Merv’den Mervu’r-Rûz’a oradan da Âmul ve Zemm yolunu izleyerek nehri geçti ve Beykent’e gitti. Burası Buhâra’daki kentler arasında nehire en yakın olanıdır. Buraya Tüccar Kenti de denir.  Buhâra çölünün başladığı yerdedir. Kuteybe kentin yakınlarına gelince kent halkı ileri gelenlerinden ve Soğd bölgesinden yardım istedi. Bunun üzerine büyük bir kuvvet Beykent halkına yardıma geldi. Kuteybe’nin yollarını kapattılar. İki ay boyunca ne Kuteybe elçi gönderebildi, ne de elçiler Kuteybe’ye ulaşabildi. Bu durum Haccac’ı endişelendirdi. Ordunun durumuna acıyarak, insanlara mescitte ordu için dua etmelerini emretti. Bu arada savaşlar sürüyordu. Kente yardıma gelen kuvvetlerle meydana gelen şiddetli çarpışmalar sonunda, Kuteybe zafer kazandı. Bu kuvvetlerden birçoğu esir edildi, birçoğu da öldürüldü. Az bir kısmı da kaçarak kaleye sığındı. Bunun üzerine Kuteybe kenti teslim olmaya zorlamak için kalenin altından lağım kazdırmaya başladı. Bunun üzerine kent barış istedi. Anlaşma yapıldı. Kuteybe oğullarından birini buraya vali tayin etti. Kuteybe dönmeyi isteyerek ayrıldı. Birkaç merhale uzaklığa gitmişti ki, bu yer beş fersah uzaklıktaydı. Kent valiye karşı geldi ve valiyi ve adamlarını öldürdüler. Kulaklarını ve burunlarını kestiler. Bu haber Kuteybe’ye ulaşınca geri döndü bunun üzerine kaleye çekilen kent halkı ile Kuteybe bir ay savaştı. Savaş uzamaya başlayınca Kuteybe, kenti ayakta tutan duvarların altına işçiler tutarak lağımlar kazdırdı. Kentin duvarlarını odunlar üzerine oturttu böylece odunlar yakılınca kentin duvarları da göçmüş olacaktı. Tam bu esnada duvarın çökmesi sonucu kırk işçi göçük altında can verdi. Duvarın yıkılması karşısında çaresiz kalan Beykendliler’in barış yapmak istemesine rağmen, Kuteybe bunu kabul etmedi ve bütün askerleri kılıçtan geçirdi. Bu çatışma esnasında esir alınanlar arasında Türkleri Arapların üzerine saldırmaya teşvik eden tek gözü görmeyen ileri gelenlerden birisi de vardı. Salıverilmesine karşılık, bu kişi bir milyon değerinde 5 000 top Çin ipeği diyet vermeye razı olduğu bildirdi. Kuteybe’nin komutanları bu işe razı oldular ve Kuteybe’ye “Bu ganimetlerin miktarını daha da artıracaktır. Hem bu adamdan ne kötülük gelebilir ki?” demelerine rağmen Kuteybe “Hayır, yemin ederim ki, bundan sonra hiç bir Arap seninle asla korkutulamayacaktır” diyerek bu adamı öldürttü.

Burada sayılamayacak kadar çok altın ve gümüş kap kacak ele geçirdiler. Kuteybe ganimetlerin başına “Emin oğlu Emin” diye isimlendirdiği Abdullah bin Ve’lân el-Adevî ve Yas bin Beyhes’i görevli olarak atadı. Horasan’ın tümünde bile benzerini göremedikleri kadar ganimet elde eden ordu, dağıtılan silah ve malzemelerle güçlendi. Yine dağıtılan paralarla askerler silah ve atlar aldılar. Bu nedenle silah fiyatları oldukça yükseldi. Bir mızrak yetmiş dirheme kadar çıktı. Kentin silah deposunda birçok savaş aletleri vardı. Kuteybe, Haccac’dan bu silahların orduya dağıtılması için izin istedi. Haccac’dan izin gelmesi üzerine bu silahlar ve seferde kullanılabilecek malzemeler orduya dağıtıldı. Sonra Zemm’den Buhâra’ya doğru nehri geçti ve Buhâra’ya bağlı bulunan Nûmeşkes adında bir yerle anlaşmaya vardı.

707 yılında Kuteybe Nûmeşkes üzerine yürüdü. Merv’de kardeşi Beşşâr bin Müslim’i vekil bırakan Kuteybe’yi Nûmeşkes halkı karşılayarak onunla anlaşma yaptılar. Kuteybe, buradan Ramisîn üzerine yürüdü. Buranın halkı da anlaşma yapınca Merv’e geri dönmek için ayrıldı. Merv’e doğru yönelen Kuteybe’nin kardeşi Abdurrahman’ın üzerine Türklerden, Soğd’dan ve Ferğana halkından oluşan bir ordu saldırdı. Abdurrahman bin Müslim Kuteybe’nin gerisinde gelmekteydi. Abdurrahman, hemen durumu Kuteybe’ye bildirdi. Kuteybe yardıma yetişemeden savaş başladı. Türklerin savaşı kazanmak üzere oldukları bir anda Kuteybe yardıma geldi. Kuteybe’nin yardıma gelmesiyle rahatlayan ordu savaşı kazandı. Savaş öğleye kadar sürdü. Kuteybe’nin yanında yer alan Nîzek de yararlılık gösterdi. Türkler o savaşta yenildiler. Kuteybe Merv’e doğru gitmek için Tirmîz yakınlarından nehri geçerek Belh’e geldi. Oradan da Merv’e ulaştı. O gün Araplarla savaşan Türklerin başında 200 000 kişilik ordusuyla Çin hükümdarının kız kardeşinin oğlu Kür Muğânûn et-Türkî bulunmaktaydı.

Kuteybe Belh yolu üzerinde bazı fetihlerde bulunduktan sonra geri döndü Faryâb’a geldiğinde Haccac’dan Kuteybe’ye bir mektup geldi. Buhâra Meliki Verdân Hudat üzerine yürümesi emrediliyordu. Bu emir üzerine 708 yılında Zemm tarafından nehri geçen Kuteybe, yolda Soğd, Kis ve Nesef halkından oluşan bir orduyla karşılaştı.

Çatışmayı kazanan Kuteybe Buhâra’ya doğru ilerlemeye başladı. Aşağı Harkâne denilen yere geldiğinde Kuteybe başka bir kuvvetle karşılaştı. Yapılan savaşı yine Kuteybe kazandı. Bu savaş iki gün, iki gece devam etti. Yine bu savaşla ilgili bir rivâyette Kuteybe’nin bu savaşta zafer kazanmaya güç yetiremediği ve zafer kazanamadan Merv’e geri döndüğünü yazmaktadır. Kale önündeki savaşlardan sonuç alamayan Kuteybe bir başka rivâyette ise ikmal amacıyla Merv’e geri dönmüştür. Kuteybe bu durumu Haccac’a bildirdi. Bunun üzerine Haccac savaş stratejisini gösteren bir mektup gönderdi. Ve mektubunda “Kis’e güzel davran, Nesef’i havaya uçur, Buhâra’yı geri al. Düşmanın seni çevirmesine izin verme ve beni zor durumlarda bırakma…” diyordu.”

Buhâra halkıyla nasıl savaşılması gerektiğini anlatan Haccac’ın mektubundan sonra Kuteybe ordusuyla Buhâra’ya üzerine yürüdü. Bunun üzerine Buhâra meliki Verdân Hudat etrafındaki Türklerden ve Soğd’dan yardım istedi. Kuteybe bu kuvvetlerden erken davranarak önce gelip Buhâra’yı kuşattı. Buhâra halkı, kendilerine yardımcı kuvvetlerin geldiğini görünce, savaşmak için kaleden dışarı çıktı. Bunun üzerine Ezd kabilesine mensup askerler: “Bizi düşmanla yalnız bırakın savaşalım” dediler. Bunun üzerine Kuteybe: “İlerleyin!” dedi. Yardıma gelen kuvvetlerle şiddetli bir çarpışma meydana geldi. Savaşın sonlarına doğru Ezd’liler yenilerek geri çekilmeye başladılar. Buhâra’ya yardıma gelen kuvvetler Kuteybe’nin karargâhına kadar girdiler. Ağlayan kadınları Türk atlılarının önlerine diktiler. Bunun üzerine Kuteybe’nin ordusu tekrar geri dönerek savaşmaya başladılar. Kuteybe “Bunları benim için bu mevkiden kim uzaklaştırır?” dedi. Kimse çıkmadı. Bunun üzerine Kuteybe, Temîmoğulları kabilesinin yanına giderek onlara “Haydi, bugün sizin kahramanlık yaptığınız günleriniz gibi olsun…” dedi. Bunun üzerine Temîmoğullarının komutanı olan Vekî sancağı aldı ve “Ey Temimoğulları beni düşmana mı teslim edeceksiniz?” dedi. Temimoğulları ise “Hayır, Ey Ebâ Mutarraf” diye cevap verdiler. Yine aynı kabileden Hüreym bin Ebî Tahme ise, Temimoğullarının süvarilerinin komutanıydı. Vekî, Hüreym’e de bir bayrak vererek ilerlemesini emretti. Hüreym’in kuvvetleri Türklerle kendisinin arasında bulunan nehre gelerek, atlarını nehre sürdüler. Vekî ise nehrin üstüne ahşaptan bir köprü yaparak “Kendisini ölüme hazırlamış olanlar bu köprüden geçsin, diğerleri yerinde kalsın.” dedi. Hüreym, karşı tarafa geçmek konusunda kararsızlığa düştü. Fakat reisi Vekî’nin kararlı tutumu sebebiyle atını mahmuzlayıp nehrin diğer yakasına çıktı. Ardından Vekî “Ölümü canına tercih edenler benimle gelsin” diyerek geride kalan kabile fertlerini gayrete getirdi. Bunun üzerine Vekî ile birlikte 800 kadar süvari nehrin karşısına geçti. Birlikleriyle birlikte Türklere saldırırken Hüreym’e düşmanlarını süvarilerle oyalayacağı hamleler yapmasını emretti. Kısa bir dinlenmeden sonra Temimoğulları iki kanada ayrılarak Türklere saldırdı. Çetin bir çatışmanın ardından Buhâra ordusu dağılmaya başladı. Nehrin karşı yakasında bu durumu seyreden diğer Arap askerler de savaşa katıldı. Vekî mızrağıyla saldırdı. Türkler mevzilerini terk edinceye kadar savaşmaya devam ettiler. Türklerin mevzilerinden çekildiklerini gören Kuteybe “Kim bana bir düşman başı getirirse 100 dirhem vereceğim.” dedi. Kuray’î kabilesi’nden olanlar Kuteybe’nin bu vaadi üzerine cansiperane çarpışanların başında gelmekteydi. Bunun üzerine geri çekilmekte olan Türkler takip edildi. Ve birçoğu öldürülerek, pek çok baş getirildi. Bu çatışmada Buhâra ordusu büyük bir yenilgiye uğradı. Buhâra’ya yardıma gelen bu kuvvetlerle yapılan savaşta Hakan ve oğlu yaralandı. Savaş sonrasında Kuteybe Merv’e geri döndü.

708-709 yıllarında Kuteybe Soğd ahalisiyle anlaşma yaptı. Bunun nedeni, Buhâra’ya gelen kuvvetleri yenip, Buhâra’yı fethetmesinin Soğd halkını korkutmuş olmasıydı. Soğd hükümdarı Tarhûn yanına iki atlı alarak Kuteybe’nin karargâhına geldi. Tarhûn fidye ödeyerek anlaşma yapmayı önerdi. Kuteybe de bu öneriyi kabul ederek anlaşma yaptı. Kuteybe, Tarhûn’un anlaşmaya uymasını sağlamak için ondan rehine aldı. Anlaşmadan sonra Tarhûn ülkesine geri dönerken, Kuteybe de, Nîzek’le birlikte Merv’e geri döndü.

Buhâra’nm fethinden sonra Kuteybe ile birlikte geri dönen Nîzek, gördüğü olaylardan korkuya kapılmıştı. Yanındakilere şöyle demişti: “Ben bu adamla birlikteyim. Ama ona karşı kendimi emniyette hissetmiyorum. Arap köpek gibidir. Eğer ona vurursan havlar. Birşey verirsen susar. Eğer savaşırsan savaşır; Eğer birşey verip barış yaparsan, ne yapmışsan unutur ve buna razı olur. Tarhûn birçok kere onunla savaştı. Fakat ona fidye verince o bunu kabul etti ve razı oldu. Şimdi ben de ondan izin istesem ve geri dönsem isabetli olur mu?” diyerek düşüncelerini sordu. Onlar da izin istemesinin doğru olduğunu söylediler.

Kuteybe’den Amûl’de bulunduğu sırada izin isteyen Nîzek, gerekli izni alınca Kuteybe’nin karargâhından ayrılarak Toharistan’a gitmek için Belh’e yöneldi. Nevbahâr’a gelinceye kadar hızlıca yoluna devam etti. Nevbahâra gelince arkadaşları onu kutladılar. Daha sonra arkadaşlarına dönerek: “Ben şüphe etmiyorum ki, biz ayrıldıktan sonra Kuteybe bana verdiği izine pişman olmamış olsun. Kuteybe, en kısa zamanda Muğîre bin Abdullah’a beni hapsetmesi için emir gönderecektir. Şimdi biz hızlıca hareket edelim. Onun elçisi Burûkân’a ulaşmadan biz Hulm geçidine varalım.” dedi. Bunun üzerine Tarhûn’ın dediklerini yaptılar.

Burûkân’da bulunan Muğîre’ye, Kuteybe’nin elçisi gelerek, Nîzek’i hapsetmesini istedi. Bunun üzerine Muğîre, Nîzek’i takip etmeye başladı. Fakat Nîzek Hulm geçidine girince Muğîre takibi bırakarak geri döndü. Nîzek de burada Kuteybe’ye itaatini bozduğunu ilan etti. Ayrıca Belh Esbehbez’ine, Mervu’r-Rûz hükümdarı Bâzam’a, Tâlekân kralı Sehrib’e, Faryâb meliki Tursul’a, Cürcân hükümdarına mektuplar yazarak, Kutebye’ye karşı birlikte hareket etmeye, Kuteybe’yle yaptıkları anlaşmaları bozmaya çağırdı. Onlar da Nîzek’in bu isteğini kabul ederek Kuteybe’ye karşı birleştiler. Bunun üzerine gelecek yılın ilkbahar mevsiminde Kuteybe’yle savaşma konusunda anlaştılar. Bu arada Nîzek, Kâbil hükümdarına mektup yazarak yardım istedi. Ve zorda kaldığı zaman kıymetli eşyalarını ve mallarını Kâbil hükümdarlarına gönderip, daha sonra geri almak istiyordu. Hükümdar da buna razı oldu.

Talkan katliamı

Nîzek, kendisini emniyete almak için bir zamanlar efendisi olan fakat zamanla iktidarı zayıflamış olan Toharistan hükümdarı Cebğuye’yi yakalayarak esir etti. Kuteybe’nin görevlilerini de Toharistan’dan çıkardı. O zaman Toharistan valisi Muhammed bin Süleym en-Nâsıh’dı. Kuteybe, Nîzek’in ve arkadaşlarının isyan haberini kış mevsiminden önce aldı. Ancak bu arada Kuteybe askerlerini dağıtmış, değişik kışlalara göndermişti Sadece elinde Mervliler vardı. Belh’de bulunan kardeşi Abdurrahman’ı 12 000 kişilik bir kuvvetle Burûkân üzerine gönderdi ve ona: “Orada kal. Hiç bir faaliyete girişme, kış mevsimi biter bitmez Toharistan’a doğru ilerle ve benim sana yakın bir uzaklıkta bulunacağımı unutma!” diye emir verdi. Bunun üzerine Abdurrahman ordusuyla ilerleyerek Burûkân’a vardı. Kış mevsiminin sona ermesi üzerine Kuteybe Herât, Serahs, Bîverd, Ebraşehr gibi kentlerden daha önceki anlaşmalarda göndermeyi taahhüt ettikleri askerleri göndermesini istedi. Bu istenilen askerler beklenilenden daha önce Kuteybe’nin yanına geldiler.

Kuteybe oluşan bu ordu ile Tâlekan (Talkan) üzerine yürüdü. Kendisiyle savaşan birçok kimseyi öldürdü. Dört fersahlık (12 000 adıma veya 1 saatlik yola denk geldiği kabul edilen eski bir ölçü birimi) yola iki sıra halinde birçok kimseyi astı.

Nîzek Tarhan isyan edip Kuteybe ile savaşa karar verince ona Talekan hükümdarı da tabi olmuştu. Kuteybeyle olan savaşında ona destek olacağına dair anlaşmışlardı. Nîzek Kuteybe’nin hakkından gelemeyeceğini anlayarak Hulm geçidine doğru kaçınca Talekan Hükümdarı da kaçtı. Bunun üzerine Talekan’a giren Kuteybe yukarda sözünü ettiğimiz şeyleri yapmıştır. Kimilerine göre bu olay bu yıl olmuş olsa da Taberî bu olayı 710 yılı olayları arasında zikredeceğini ifade etmektedir.  Olanlar Kuteybe’ye ulaşınca Kuteybe asker göndermeleri için Ebraşehr, Bîverd, Serahs ve Herat halklarına mektup yazdı. Bu askerlerle birlikte Mervu’r-Rûz üzerine yürüyen Kuteybe, ordu komutanı olarak Hammmad bin Müslim’i Harac memuru olarak da Abdullah bin Ehtem’i atadı. Mervu’r-Rûz Merzubanı Kuteybe’nin kendi üzerine geldiğini duyunca ülkesini bırakıp Fars diyarlarına kaçtı. Kuteybe kente girerek hükümdarın iki oğlunu yakalayarak öldürerek astırdı. Sonra Tâlekan üzerine yürüdü. Buranın hükümdarı onunla savaşmadığı için ona dokunmadı. Tâlekan’da hırsızlar vardı. Kuteybe bunları öldürmüştür. Yine buranın yöneticisi Kuteybe’ye herhangi bir kötü davranışta bulunmamış, Kuteybe de ona dokunmamıştır. Amr bin Müslim’i buraya görevlendiren Kuteybe, buradan Faryâb üzerine yürüdü. Faryâb hükümdarı şehrin dışına çıkarak Kuteybe’yi karşıladı ve itaatini sundu. Kuteybe bundan memnun oldu. Hiçbir kimseyi öldürmedi. Ve oraya Bâhilî kabilesinden birisini vali tayin etti. Cüzcân hükümdarı bu durumu haber alınca, şehirden çıkarak dağlara kaçtı. Kuteybe’nin üzerlerine gelmesi üzerine, halk onu karşılayarak itaatlerini sundular. Kuteybe bu itaati kabul ederek kimseyi öldürmedi. Buraya Âmir bin Mâlik el Himmânî’yi vali tayin etti. Kuteybe buradan Belh’e geldi. Kentin yöneticisi Esbehbez tarafından karşılanan Kuteybe burada bir gün kalarak yoluna devam etti. Nîzek’le birlikte isyan eden hükümdarların isyanını bastıran Kuteybe, Nîzek’i yalnız başına bıraktı. Kuteybe kardeşi Abdurrahman’ı takip ederek Hulm Geçidi’ne girdi. Yalnız başına kalan Nîzek, Hulm Geçidindeki Bağlân’a gelerek karargâh kurmuş, ayrıca geçidin dar yerlerine ve bu geçidin arkasında bulunan muhkem bir kaleye savaşçılar yerleştirmişti. Kuteybe geçidin dar ve muhkem yerlerine yerleştirilen askerlerle çarpışmaya başladı. Kuteybe ne bu geçitten geçebilmiş, ne de başka bir yol bulabilmişti. Çarpışmalar devam ediyordu. Kuteybe ne yapacağı konusunda şaşırmıştı.

Kuteybe bu durumdayken, kendisine bazı rivâyetlere göre Raub ve Simincân hükümdarı Raub Han gelerek Nîzek’in yanına gidebilecek gizli bir yol göstereceklerini fakat buna karşı eman (mal ve canının güven altında olduğunu bildirme) istediklerini söylediler. Kuteybe de onlara eman verdi. Geceleyin onlarla birlikte yanından bir miktar asker gönderdi. Onlar, kaledekilerin kendilerini güvende hissettikleri bir anda baskın yaptılar. Geçitteki askerlerin bazıları öldürüldü. Bazıları da kaçtılar. Kuteybe böylece geçitte bulunan kaleye girdi. Sonra Simincan’a geldi. Bu arada Nîzek Fenc câh diye bir pınarı olan Bağlân’daydı. Simincân ile Bağlân arasında geçilmesi zor olmayan bir çöl vardı.

Bir kaç gün Simincân’da kaldıktan sonra Nîzek’in üzerine yürüdü. Kardeşi Abdurrahman’ı önden gönderdi. Kuteybe’nin hareket ettiği haberini alan Nîzek yeniden kaçmaya başladı. Nîzek, Fergâna Vadisini geçtikten sonra paralarını ve kıymetli eşyalarını Kabil Şah’a gönderdi. Kendisi de Kürz adı verilen mevkiye gelerek konakladı. Abdurrahman bin Müslim ise onu takip ediyordu. Abdurrahman Kürz’ün karşısında bir mevkiye yerleşti. Kuteybe de Abdurrahman’dan iki fersah uzaklıkta bulunan Eskimişt’te karargâh kurdu. Nîzek’in bulunduğu yerin tek bir yönden başka hiçbir çıkış yönü yoktu. Orası da hayvanların dahi güç yetiremeyeceği kadar zor bir yerdi. Kuteybe iki ay süreyle Nîzek’i kuşattı. Sonunda Nîzek’in elindeki yiyecekler azaldı. Üstüne üstlük ordusunda da çiçek hastalığı salgını başladı. Kuteybe, kış mevsiminin başlamasından korktuğu için Süleym en-Nâsıh çağırdı. Süleym’e “Nîzek’in yanına git ve onu bana eman vermeden bir hileyle getir. Eğer getirmeye ikna edemezsen eman ver. Fakat eğer getiremezsen seni asarım. Kendin için bunu yap!” dedi. Bunun üzerine Süleym en-Nâsıh, Kuteybe’den Abdurrahman’a bir mektup yazarak kendisine karşı koymamasını, yardım etmesini bildiren bir mektup yazdırdı. Abdurrahman’ın yanına varan Süleym, Nîzek’le beraber çıktıkları zaman, dönüş yolunu kapatacak askerler istedi. Abdurahman, Süleym’in isteğini yerine getirmek için bir miktar süvari gönderdi. Bu süvariler, Süleym’in gösterdiği mevkiye yerleştiler. Süleym yanına Nîzek’in yanında bulunmayan yiyeceklerden bol miktarda alarak Nîzek’in yanına gitti. Ona, Kuteybe’ye vermiş olduğu sözden dönerek, isyan etmesiyle kendine kötülük yaptığını söyledi. Zaten zor durumda olan Nîzek, Süleym’e ne yapması gerektiğini sordu. Süleym, Kuteybe’nin yanına biran önce dönmesinin, özür dilemesinin iyi olacağını, aksi takdirde Kuteybe’nin kışı geçirmek pahasına bile olsa bu işi halledeceğini ve kendisinin kurtulması için öğüt vermek amacıyla geldiğini söyledi.

Bu konuşmalardan sonra yanında getirmiş olduğu yiyecekleri dağıttı. Nîzek’in ileri gelen adamları bu yiyecekleri kapıştılar. Bu durum Nîzek’in moralini bozdu. Süleym bu arada Kuteybe’nin kendisine eman verdiğini söyledi. Nîzek’in arkadaşları da Süleym’in yalan söylemeyen bir kimse olduğunu söyleyerek Nîzek’i Kuteybe’ye gitmeye ikna ettiler. Yolda giderken, Kuteybe’nin verdiği sözde durmayacağını anlayan Nîzek, Süleym’e “Ey Süleym, hiçbir kimse ne zaman öleceğini bilmez. Ama ben ne zaman öleceğimi biliyorum. Kuteybe’yi gördüğümde öleceğim” dedi. Yanına güvendiği adamlarını ve yeğenini alan Nîzek ordugâhtan ayrıldıktan sonra, Süleym’in daha önce bıraktığı adamlar Nîzek’le ordugâhının arasına girdiler. Durumu farkeden Nîzek ihanete uğradığını anladı.

Süleym ve Nîzek Abdurrahman bin Müslim’in yanına gelinceye kadar ilerlediler. Kuteybe’ye de durumu bildiren bir elçi gönderdiler. Kuteybe, Amr bin Ebî Mühzim’i Abdurrahmana göndererek şu haberi iletti: “Onları bana getir!” Abdurrahman da onları Kuteybe’ye götürdü. Bunun üzerine Nîzek’in adamları tutuklandı. Nîzek’i de İbn Bessam el-Leysî’ye teslim etti. İbn Bessam Nîzek’i bir kubbenin içine koydu ve çevresine hendek kazdırtıp başına bekçi dikti. Bu arada Nîzek’in durumunu Kuteybe, Haccac’a bir mektupla bildirdi. Haccac’dan kırk gün sonra öldürülmesini emreden bir mektup geldi. Kuteybe Nîzek’i çağırarak ona : “Ben, Abdurrahman veya Suleym sana eman verdik mi?” diye sordu. O da: “Süleym verdi.”dedi. Bunun üzerine Kuteybe “Yalan söylüyorsun!” diyerek hapse tekrar götürülmesini emretti. Üç gün daha hapsedildikten sonra Mühelleb bin İyâs kalkarak ve Nîzek’in durumundan söz etti. Bir kısım insanlar öldürülmesini, bir kısmı da eman verdiği için öldürülmemesini söylediler. Çoğunluk öldürülmesinden taraftı.

Kuteybe dördüncü gün çıkarak insanların bu konudaki düşüncelerini sordu. Aralarında tartışma çıktı. Bir kısmı öldürülmesini, bir kısmı da eman verdiği için öldürülmemesini söylediler. O anda Dırâr bin Husayn içeri girdi ve Kuteybe ona “Sen ne dersin bu işe” dedi. Dırâr bin Husayn, Kuteybe’ye: “Eğer Nîzek’i ele geçirirsen öldüreceğine yemin etmiştin, öldürmen gerekir.” dedi. Bunun üzerine Kuteybe “Allah’a yemin ederim ki üç söz söyleyebilecek vaktim olsa şöyle derim: Onu öldürün! Onu öldürün! Onu öldürün!” diyerek öldürülmesi emrini üç kez tekrarladı. Kuteybe, Nîzek’i yanına birini göndererek öldürttü. O gün Nîzek’le birlikte 700 kişi öldürüldü.

Bâhilî rivâyetlerine göre Süleym ona eman vermemiştir. Yine o gün Nîzek’in yeğenleri Osman ve Vusûl’ün de boyunları vurulmuştur. Bir rivâyete göre ise bu hadisede toplam 12 000 kişi öldürülmüştür. Nîzek öldürüldükten sonra başı Haccac’a gönderildi. Kuteybe, Toharistan meliki Cebgûye’yi Şam’a halifenin yanına gönderdi. Melik, halife Velîd’in ölümüne kadar Şam’da kaldı. Kardeşi Abdurrahman’ı da Belh’e vali tayin etti. Nitekim insanlar Kuteybe’nin verdiği sözde durmayarak Nîzek’i öldürmesi üzerine şu şiiri söylemiştir:

“Sen verilen sözde durmamayı kararlılık sanma
Böyle yükselen ayaklar bir gün kayabilir…”

Aynı yıl (709) Nîzek meselesini hallederek Merv’e geri dönen Kuteybe’den Cürcân hükümdarı elçi göndererek eman istedi. Kuteybe de emanı, yanına gelmesi şartıyla verdi. Bunun üzerine Cürcân hükümdarının Kuteybe’nin yanına gelmesi üzerine anlaşma yapıldı. Hükümdardan rehineler isteyen Kuteybe’ye kendi ailesinden rehineler vermesi üzerine Kuteybe de ona Habîb bin Abdullah bin Amr bin Husayn el-Bâhilî’yi verdi. Cürcân hükümdarı memleketine geri dönerken Tâlekân’da öldü. Bunun üzerine Cürcân halkı “Kuteybe, hükümdarımızı zehirledi.” diyerek Habib’i öldürdü. Bunun üzerine Kuteybe de misillemede bulunarak yanındaki esirleri öldürdü.

709 yılında Şûmân hükümdarı Kısbistân, Kuteybe’nin görevlisini memleketinden kovarak Kuteybe ile yaptığı anlaşmaya göre her yıl verilmesi gereken vergiyi ödemedi. Bunun üzerine Kuteybe ona Ayyâş el-Ganevî’yi ve Horasanlı dindar bir kimseyi elçi olarak gönderdi. Bu iki elçi hükümdarı her yıl ödediği vergiyi ödemeye ikna edeceklerdi. Fakat Şûmân halkı onları kentin dışında karşılayarak ok attılar. Horasanlı olan elçi geri döndüğü halde, Ayyâş geri dönmedi. Ayyâş halka sordu “Burada müslüman var mı?” Kent halkından bir adam “Ben varım.” dedi. Ayyâş ona “Kent halkına karşı yapacağımız savaşta bana yardım eder misin?” dedi. Onun da bunu kabul etmesi üzerine Ayyâş onu arkasına alarak, arkadan gelecek olan saldırıları bertaraf etmesini istedi. O da, Ayyâş’ın arkasına geçti. Çatışma başladığı bir anda bu adam Ayyâş’ı öldürdü. Bu çarpışmada Ayyâş’ın 60 kadar yara aldığı söylenir. Onlardan bazıları “Yiğit bir adamı öldürdük.” diye pişman oldular.

Bu haber Kuteybe’ye ulaşınca ordusunun başında bizzat sefere çıkarak Belh’in yolunu tuttu. Belh’e Amr bin Müslim’i görevlendirdi. Şûmân meliki ile Salih bin Müslim arasında dostluk vardı. Bu nedenle Salih’in elçileri hükümdara giderek isterse eski anlaşmayı yenileyebileceklerini ve bunu Kuteybe’ye kabul ettireceklerini söyleyerek barışa ikna etmeye çalıştılar. Kendi kalesine güvenen hükümdar bu öneriyi geri çevirdi. “Ben kendimi ok atarak yüksek kalemde korurum. Sizin atacağınız oklar da benim kalemin yarısına ulaşmaz.” diyerek kalesine çekildi. Nehri geçerek Şûmân’a gelen Kuteybe, kalesine çekilerek savunmaya geçmiş olan meliki kuşattı. Kalenin karşısına mancınıklar kurarak taş atmaya başladı. Atılan taşlar sonucu melikin meclisinde bulunan bir kişi ölünce melik korkuya kapıldı. Kalede bulunan para ve mücevherleri toplayan melik bunları dipsiz bir kuyuya attı.

Bundan sonra kale kapılarını açarak, Kuteybe’nin ordusuna hücum eden hükümdar, ölünceye kadar savaştı. Kuteybe bu şehri savaşla aldı. Muhafızları öldürdü. Çocukları da esir etti. Bu sırada Haccac’dan Kuteybe’ye mektup geldi. Mektupta Haccac Kis ve Nesef’e hareket etmesini emrediyordu. Kuteybe, Faryâb’a yürüdü. Faryâb teslim olmayıp direnince burayı yaktı. Buraya bundan sonra yakılmış anlamına gelen “Muhterika” adı verildi. Burdan da Kis ve Nesef üzerine yürüyen Kuteybe bu kentleri de fethetti. Yine bu yıl içerisinde Kuteybe kardeşi Abdurrahman’ı Soğd meliki Tarhûn’a gönderdi. Abdurrahman Tarhûn’un yakınında bulunan Merc bölgesinde konakladı.

Abdurrahman, Kuteybe’ye daha önceki anlaşmalarla vadedilen parayı Tarhûn’dan aldı. Beraberinde götürdüğü rehineleri hükümdara teslim etti. Abdurrahman geri döndükten sonra Soğd ahalisi Tarhûn’a “Sen zillete ve cizye vermeye razı olmuş ihtiyar birisin. Bizim sana ihtiyacımız yok.” diyerek onu hapsettiler. Yerine Gûzek’i vali yaptılar. Buna dayanamayan Tarhûn intihar etti. Tarhûn “Başkası hükümdar olup da öldürülmektense hükümdarlık bendeyken ölmek daha iyidir.” diyerek kılıcına yaslandı. Kılıcı sırtından çıkarak öldü.

Bâhilîler ise şöyle rivâyet etmişlerdir: Kuteybe Şûman hükümdarını kuşattı. Kalenin karşısına Fahcâ adı verilen mancınıklar kurarak taş atmaya başladı. İlk taş surlara, ikincisi kente isabet etti. Daha sonra kente taş atılmaya devam edildi. Atılan taşlar sonucu melikin meclisinde bulunan bir kişi ölünce melik korkuya kapıldı. Kaleyi savaşla alan Kuteybe Kis ve Nesef’e döndü. Sonra Buhâra’ya doğru ilerledi. İçinde ateş ve tanrılar tapınağı olan bir köyde konakladı. Orada tavus kuşları olması sebebiyle menzilü’t-Tavâvîs diye adlandırdılar. Daha sonra anlaşılan cizyeyi almak için Tarhûn üzerine yürüyünce Tarhûn ona iyi davrandı.

Kuteybe, 710 yılında Büyük Rutbîl ve Zâbul’ü feth için Sicistan üzerine yürüdü. Sicistan’da konakladığı bir sırada Rutbîl’in elçileri barış istediler. Kuteybe bunu kabul ederek oradan ayrıldı. Onların başına da Abdurabbih bin Abdullah bin Umeyr el-Leysî’yi atadı.

Harezm hükümdarı güçsüz bir kimse idi. Bu sebeple yaşça kendisinden ufak olan kardeşi Hurrazâd onun yönetimine karışmaya başlamıştı. Hükümdarın sözü kardeşine geçmez olmuştu. Hurrazâd, hükümdara bağlı kimselerden birinin yanında güzel bir kadın, mal, binek, kız, kızkardeş veya hanım olduğunu haber aldığı zaman birini gönderip zorla alıyordu. Buna hükümdar da dahil olmak üzere kimse karşı koyamıyordu. Bu sebeple kardeşine karşı kini daha da artan, işlerin bu şekilde uzadığını gören hükümdar, bir mektup yazarak Kuteybe’yi ülkesine davet etti. Kardeşini ve kendisine muhalefet eden kimseleri gerekli cezaya çarptırabilmek için ülkesini teslime hazır olduğunu bildirdi. Buna karşılık olarak da Harezm kentlerinin altın anahtarını gönderdi. Bunu diğer yöneticilere bildirmedi. Şahın elçisi Kuteybe’ye kış mevsiminin sonunda, tam savaş vaktinde ulaştı. Hükümdarın bu teklifini kabul eden Kuteybe, Soğd üzerine sefere çıkmış gibi bir izlenim vererek Merv’den çıktı. Harezm’e yürüdü. Hükümdar, diğer yöneticileri toplayarak “Kuteybe Soğd üzerine gidiyor, gelin biz de bu ilkbahar gününde eğlenelim diyerek içki içmeye ve eğlenmeye çağırdı. Eğlenmeye başlayan yöneticiler Kuteybe Hezâresb’e yaklaşıncaya kadar farkına varamadılar. Diğer yöneticileri barış yapmaya ikna eden Şah yola çıkarak nehrin arkasındaki Fîl kentine vardı. Fîl kenti Harezm’in en muhkem şehri idi. Kuteybe nehri geçmedi. Burada yapılan anlaşmaya göre Kuteybe’ye 10 000 asker verilmesi, casusluk yapılması, para verilmesi karşılığında, o da kardeşini yakalayarak Şah’a teslim edecekti. Bu arada Hâmcird hükümdarına yönelen Kuteybe’ye, Hükümdar bağlılıklarını bildirdi. Bunu kabul eden Kuteybe Hâmcird hükümdarına kardeşini gönderdi. Daha sonra Harezm üzerine yürüyen Kuteybe yapılan çapışmalar sonucu ele geçirilen Hurrazâd ve muhalifler Harezm Şah’a teslim edildi. Hurrazâd’la birlikte 4 000 kişi öldürüldü. Şah, Kuteybe’ye vadettiklerini de verdi. Bu olay 711-712 yılında olmuştur.

Kuteybe’nin barış yoluyla itaat altına alması sırasında Kuteybe’nin yanına Müceşşir bin Müzâhim es-Sülemî gizlice gelerek şöyle dedi: “Soğd üzerine yürümek istersen, şu içinde bulunduğu an en uygun andır. Çünkü aradaki uzaklığın on gün olması nedeniyle onlar bu yıl senden herhangi bir saldırı beklemiyorlar.” Kuteybe, Müceşşir’e “Bunu sana biri mi söyledi?” dedi. O da “hayır” Kuteybe tekrardan “Bunu hiç kimseye söyledin mi?” dedi. O da yine “hayır” cevabını verdi. Bunun üzerine Kuteybe “Eğer bunu birine söylersen yemin ederim boynunu vururum.”

Ertesi gün Kuteybe dikkatleri başka yöne çekmek için kardeşi Abdurrahman’ı çağırarak şöyle dedi: “Atlıları ve okçuları alarak ağırlıkları Merv’e götür!” bunun üzerine ağırlıkları alarak Merv’e yönelen Abdurrahman gün boyunca Merv’e bir an önce ulaşma planı içindeydi. Ama akşam olunca Kuteybe’den bir mektup ulaştı. Mektupta şöyle yazıyordu: “Ağırlıklarını Merv’e gönder, okçu ve süvarilerle Soğd’a yürü ve bunu gizli tut! Ben de hemen senin peşinde olacağım.” Bunun üzerine Abdurrahman ağırlıkları biraz adamla birlikle Merv’e göndererek kendisine emir verilen gereğince ilerledi. Kuteybe de insanlara şu şekilde hitap etti: “Allah, bu beldenin fethini size gaza yapılan bir zamanda nasip etti. Soğd şu an kendi iç işleriyle meşguldür. Bizimle aramızda olan anlaşmayı bozdular. Tarhûn’la yaptığımız anlaşmayı yürürlüğe koymadılar ve hepimizin bildiği şeyleri yaptılar. Allah şöyle buyuruyor: ‘Kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur.’ Allah’ın bereketine yürüyünüz. Ben Soğd ve Hâvârizm’in Kureyzâ ve Nadîr gibi olmasını istiyorum. Allah ‘Henüz elde edemediğiniz başka ganimetler de vardır ki onlar Allah’ın bilgisi tarafından kuşatılmıştır.’ demektedir.”

Soğd bölgesine ilk gelen birlikler Abdurrahman bin Müslim’in komutasındaki 20 000 kişilik orduydu. Kuteybe üç veya dört gün sonra Buhâra ve Harezm askerleriyle birlikte geldi Bunun üzerine Kuteybe “Bu milletin yurduna inince uyarılanların sabahı ne kötüdür.” dedi. Onları bir ay kuşattı ve aynı yönden defalarca saldırdı.

Soğd halkı kuşatmanın uzaması üzerine Şâş ve Fergana hükümdarlarına şöyle bir mektup yazdı: “Eğer Araplar bize karşı zafer kazanırlarsa sizin de üzerinize gelirler. İyi düşünün, hayrınıza olana karar verin. Yanınızda ne kadar asker varsa toplayıp, onlara karşı gönderin.”

Bunun üzerine hükümdarların ve yerel yöneticilerin çocuklarından iyi ata binip ok atanları seçtiler. Bunlara kahraman askerler de vererek Kuteybe’nin ordugâhına gece baskınına gönderdiler. Fakat bu haberi Arapların casusları gelerek haber verdi. Bunun üzerine Kuteybe Necdlilerden üç yüz veya altı yüz kişi seçti. Başlarına Salih bin Müslim’i görevlendirdi. Salih askerleri üç gruba ayırarak onların geçeceği yol üzerine pusu kurdu.

Gece yarısı yapılan çatışmada bunların pek çoğu öldürülerek mağlup edildiler. Kaçabilenler kurtuldu. Diğerleri öldürüldü. Sabah olup da kiminle savaştıkları sorulunca “Siz kralın oğlundan başkasıyla savaşmadınız” dediler. Ayrıca bu orduda asil insanlar ve kahramanların da olduğunu söylediler hatta şunu da eklediler: “Siz öyle kimseleri öldürdünüz ki her biri yüz kişiye bedeldi.” Pek çoğu esir edildi. Silahlar ve çokça binek hayvanları ele geçirildi. Yardıma gelen kuvvetlerin yenilmesi kent halkının moralini bozdu. Kuteybe mancınıklar kurarak kenti taşlamaya başladı. Bu savaşta Kuteybe’nin yanında bulunan Buhâra ve Harezm askerleri harpte epey gayret sarf ettiler. Kuteybe’ye nasıl savaşması gerektiği hususunda tavsiyede bulundular.

Kuteybe’nin Türk birliklerini kullanarak kaleyi zorlaması üzerine Gûzek Kuteybe’ye şöyle bir mektup yazdı: “Sen beni kendi kardeşlerim ve Acem halkından akrabalarımla savaştırıyorsun. Karşıma savaşmak için Araplarını çıkarsana!” Buna çok fena kızan Kuteybe Arap birliklerinin silahlarının ve atlarının gözden geçirilmesini ve onlara yeni atlar ve silahlar verilmesini emretti. Bu arada mancınıklarla kente saldırdı. Kalede gedikler açıldı. Kaleden yağ dökülerek açılan gediğe yaklaşılması önleniyordu. Bu arada surlarda açılan bir gedikten Semerkand halkından biri Kuteybe’ye küfretti. Kuteybe okçularından iki kişiyi çağırarak bu adamı vurana on bin dirhem vereceğim dedi. Adamı gözünden vuran okçulara Kuteybe on bin dirhem verdi.

Ertesi gün askerlerine ciddi bir şekilde savaşmalarını emreden Kuteybe gediğe kadar ilerledi. Atılan oklardan kalkanlarıyla kendilerini koruyan ordu yerinde kaldı. Bu sırada Semerkand halkı şöyle bir teklif sundu: “Bugün bizi bırakın. Yarın anlaşma yapalım.” Fakat Kuteybe bu teklifi kabul etmeyerek “Hayır. Adamlarım gediğin üstündeyken mancınıklarımızda sizin kafanızı ve kentinizi tahrip ederken barış yapacağız.” dedi.

Başka bir rivâyette ise Kuteybe “Şu köleler korkuya kapıldılar, artık zafer sizdeyken geri çekilin” diyerek ordusunu geri çekti. Ertesi gün onlarla anlaşma yapıldı.

Anlaşmaya göre:

  1. Semerkand halkı her yıl 2 200 000 dirhem ödeyecek.

  2. Bu sene çocuk, yaşlı ve özürlü olmayan 30 000 kişi esir verilecek.

  3. Kuteybe kentte bulunduğu sürece kentte savaşçı bulundurulmayacak.

Böylece Kuteybe buraya bir cami yaptırmış, daha sonra burada namaz kılmış, halka hitap etmek için caminin içine bir de minber koydurmuştur. Daha sonra Kuteybe onuruna bir ziyafet düzenlemiştir. Bâhilîlere göre; putların ve ateşgedelerin (ateşgah – kutsal ateşin içinde yandığı yapı ya da alan) ziynetlerinin Kuteybe’ye verilmesi karşılığında anlaşma yapıldı.

Barıştan sonra yerli halk kenti boşalttı. Kuteybe 4 000 kişi ile kente girdi ve mescit yaptı. Minberini de koyduktan sonra namaz kıldı ve hitap etti. Sonra da onuruna ziyafet verdi. Soğd halkına da şu haberi gönderdi: “Sizden kim malını almak isterse gelsin alsın. Ben buradan çıkacak değilim. Bu camiyi de sizin için yaptım. Sizden de anlaşma dışında birşey alacak değilim. Fakat ordum bu kentten çıkmayacak.” dedi. Böylece Kuteybe anlaşmayı bozarak sözünde durmamış oldu. Kuteybe’nin Harezm ve Semerkand’a karşı sözünde durmamasından dolayı Acem halkı onu ayıplardı.

Bâhilîlerin rivâyetlerine göre Kuteybe ganimet olarak 100 000 esir ve tapınaklarda bulunan putların ziynetleri de alacaktı. Daha sonra anlaşma gereğince Kuteybe, bütün putları yıktırdı. Ziynetleri alınan putlar yakıldı. Halktan bazı insanlar o putlar içinde bir put var ki eğer o yakılırsa yakanın helak olacağını söylediler. Bunun üzerine ateş getirilmesini isteyen Kuteybe “Bizzat bu putu kendi ellerimle yakacağım.” dedi. Semerkand hükümdarı Gûzek, Kuteybe’nin yanına gelerek: “Ey Emir! Senin bana bir vefa borcun var. Bunun için şu putu bırak.” dedi. Kuteybe bunun üzerine bu putu kendi elleriyle yaktı. Putların yakılmasından sona 50 000 miskâl altın ve gümüş çivi ele geçirildi.

Kuteybe burada son İran Kisrası (padişahlar padişahı) Yezdecird soyundan gelen bir cariye ele geçirdi ve onu Haccac’a gönderdi. Haccac da onu Halife Velîd’e hediye etti. Yezîd bin Velîd bu cariyeden olmuştur.

(Yine Taberî’de Kuteybe’nin Semerkand’ı fethiyle ilgili olarak başka bir rivayet daha göze çarpmaktadır. Genel olarak diğer rivâyetle arasında pek bir fark olmamasına rağmen Kuteybe’nin üzerine gönderilen birliklerin komutanının Hakan’ın oğlu olduğu kaydı bulunmaktadır. Bu bilgi diğer rivayette bulunmamaktadır.)

Semerkand’a yapılacak sefer gizli tutulmasına rağmen Gûzek bunu öğrenmiş Şâş, Fergana ve Türklerden yardım istemişti. Ve bu hükümdarlara şöyle bir mektup yazmıştı. “Eğer Araplar bize karşı zafer kazanırlarsa, sizin de üzerinize gelirler. İyi düşünün, hayrınıza olana karar verin. Yanınızda ne kadar asker varsa toplayıp, onlara karşı gönderin”. Onlar da düşünerek Gûzek’e yardım etmeye karar verdiler. Ve hükümdarların ve yerel yöneticilerin çocuklarından iyi ata binip ok atanları seçtiler. Bunlara kahraman askerler de vererek Kuteybe’nin ordugâhına gece baskınına gönderdiler. Bunların başına Hakan’ın oğlunu komutan yaptılar. Kuteybe’nin Semerkand muhasarasıyla meşgul olduğunu, bu sebeple ordugâhını koruyamadığını bildirdiler.

Kuteybe’nin Harezm’de bıraktığı savaş komutanı İyâs bin Abdullah, güçsüz bir kimse olduğu için halk ona karşı birleşmeye başladı. Bunu öğrenen Kuteybe, kış olmasına rağmen kardeşi Abdullah bin Müslim’i buraya bir orduyla gönderdi. Abdullah, İyâs’ı ve burada problem çıkaran Hayyân en-Nabatî’yi cezalandırdı.

Daha sonra Kuteybe oraya Muğîre bin Abdullah’ı orduyla gönderdi. Bunu duyan Harezm halkı hükümdara olan desteklerini bıraktı. Harezm hükümdarı ülkesini bırakıp kaçtı. Muğîre buradaki isyancılardan bir kısmını öldürdü. Anlaşma yaparak geri döndü. Kuteybe onu Neysâbûr’a vali tayin etti.

Kuteybe, Buhâra, Kis, Nesef ve Harezm halkına mektuplar göndererek daha önce yapılan anlaşmalar gereğince vadedilen savaşçıların gönderilmesini istedi. Yerli halktan 20 000 kişilik bir ordu oluşturdu. Kuteybe bunları Şâş’a gönderdi. Kendisi de Hocend’e giderek, Fergana halkıyla burada bir kaç kez savaştı. Bu savaşların hepsinde zafer Arapların oldu.

Daha sonra Kâşân’a gelen Kuteybe’nin Şâş’a gönderdiği birlikler burayı fethederek geri döndü. Kuteybe bu birliklerin de yardımıyla Fergana’yı fethetti. Fethedilen Şâş şehri yakıldı. Bu sebeble Haccac, Muhammed bin Kasım’a mektup göndererek Kuteybe’ye asker göndermesini istedi.

713-714 yılında Haccac’ın gönderdiği yardım birliklerini alan Kuteybe tekrar Şâş’a hareket etti. Buraya ulaştığı esnada kendisini destekleyen Haccac’ın ölüm haberini aldı. Buna çok üzülen Kuteybe Merv’e geri döndü.

Merv’e geri dönen Kuteybe diğer kent halklarından toplanan orduları geri gönderdi. Kendisinin Merv’de bulunduğu bir sırada halife Velîd’den kendisini takdir eden ve destekleyen bir mektup geldi. Bu mektupta Velîd şöyle diyordu: “Mü’minlerin emiri, şüphesiz senin düşmanlara karşı yapmış olduğun cihatta çektiğin sıkıntıları ve gösterdiğin gayreti iyi bilmektedir. Mü’minlerin halifesi seni yükseltecek ve gerekeni yapacaktır. Savaşlarını sürdürmen gerekir. Rabbinin ödülünü bekle. Mektup göndermeye devam et ki, senin ne durumda olduğunu bilelim.”

714-715 yılında Kuteybe, Kaşgâr’a askerî bir sefer düzenledi. Nehri geçince Kuteybe, mevaliden bir kimseyi nehrin geçiş yerine koyarak, ona izinsiz geri dönmek isteyenlere mani olmasını emretti. Sonra Fergana’ya gitti. Burdan Kaşgâr’a kadar uzanan geçidin düzeltilmesi için işçiler gönderdi. Kaşgâr, Çin şehirlerine yakın bir şehirdir. Kuteybe daha önce de buraya bir ordu göndermiş, birçok ganimet ve esir elde edilmiştir.

Yezîd bin Mühelleb

Haccâc’ın ölümünden sonra Kuteybe’nin isyanı ve öldürülmesi, doğudaki Arap fetihleri açısından bir dönüm noktasıdır. Çin’in bu bölgelerde nüfuz sağlamak için çaba harcaması, yerel beylerin Arap egemenliğinden kurtulmak için harekete geçmelerine Arap valilerinin zaafları da eklenince Mâverâünnehr’deki fethedilmiş kentlerin elden çıkma tehlikesini doğurdu. Yine seferler yapılmakta idi, fakat bunların hiçbirisi Kuteybe’ninkileri ile asla karşılaştırılamazlar. Nitekim Halife Süleyman 716 yılında Yezîd bin Mühelleb’i Horasan valisi olarak atadı.

Yezîd vali atayıp Horasan’a geldiği zaman üç dört ay Horasan’da kaldı. Daha sonra Dihistan ve Cürcân üzerine yürüdü. Kûfe, Basra, Şam ve Horasanlılardan oluşan 100 000 kişilik bir ordunun başındaydı. Burada yaşayan insanlar Türklerden bir topluluk idi. Ayrıca Cürcân da taht kavgaları vardı hükümdar Feyrûz bin Kul, Dihistan’daki Türk Sûl’u ile temasta bulunan amcasının oğlunun önünden kaçarak Yezîd’e sığınmıştı. Aylar süren kuşatma sırasında çatışmalar oldu fakat bir sonuç alınamadı.

Sûl her köşeden ordunun saldırdığını, ümidin kesildiği ve Araplarla savaş konusunda bir şey yapamayacağını anlayınca Dihistan dihkânlarından birini araya sokarak Yezîd’e şöyle bir haber gönderdi: “Bana, aileme ve malıma zarar vermemen şartıyla barış yaparım ve şehri içindekiler ve halkıyla birlikte sana teslim ederim.” Bunun üzerine anlaşmaya varıldı fakat Yezîd şehre girdi ve sayılamayacak kadar çok hazine mal mülk ne varsa aldı. 14 000 Türk’ü de öldürdü. Bunu da Süleyman bin Abdülmelik’e bildirdi.

Yezîd buradan Cürcân’a kadar ilerlerken Taberistan’a yöneldi. Taberistan hükümdarı İsbehbiz, Yezîd’in Taberistan’a yöneldiğini duyunca derhal bir elçi gönderek barış yapmak istedi. Bunu Yezîd kabul etmedi. Taberistan’ı bizzat fethetmek istiyordu. Çünkü böylece daha fazla ganimet elde edeceğini umuyordu. Bunun üzerine İsbehbiz Deylem halkına da ordu göndermeleri için haber gönderdi. Buna hemen cevap veren Deylemliler Yezîd’in öncü birliklerinin bir geçitten geçtiği sırada onlara saldırmışlardır. Bir taraftan vadinin yamacından atılan oklar diğer tarafından vadinin yamacından yuvarlanan kayalarla Yezîd’in ordusu çok zor durumda kalmış ve bu geçidin ağzında hezimete uğramıştır. Geriden gelen Yezîd durumu görünce İsbehbiz’le barış önerisine sıcak baktı. İsbehbiz’i huzuruna kabul ederek şu şartlarla anlaşmaya vardılar:

  1. 700 000 dirhem haraç verilecek ve 400 000’i nakit olacak,

  2. 2400 eşek yükü safran verilecek,

  3. Her biri kalkan, gümüş kase ve ipek eğere sahip 400 köle verilecek

Daha önceki valiler döneminde yapılan anlaşmalarda 200 000 dirhem veriyorlardı. Buna rağmen Yezîd sanki yenilmiş gibi oradan çıktı. Cürcân halkının yaptıkları olmasaydı Taberistan’ı fethetmeden çıkmazdı.

Saîd bin Âs, 650 yılında Cûrcan halkıyla antlaşma yapmıştı. Bu nedenle onlar bazen yüz bin bazen iki yüz bin bazen de üç yüz bin vergi ödüyorlardı. Bunu da bazen verirler bazen vermezlerdi. Bir müddet sonra hiç vermemeye başladılar. Yezîd bin Mühelleb buraya gelinceye kadar anlaşmayı ihlal ettiler ve haracı ödemediler. Bunun üzerine sefere çıkan Yezîd, Sûl ile anlaşma yaptı. Buhayra ve Dihistan’ı fethetti. Cûrcan halkıyla da Saîd bin Âs’ın yaptığı anlaşmayı yeniledi.

Süleyman bin Abdülmelik, Kuteybe her fetihte bulunduğunda Yezîd bin Mühelleb’e: “Görüyor musun Kuteybe’yi Allah onun eliyle neler yaptırıyor?” demesi üzerine Yezîd şöyle demiştir: “Horasan yolunu kapattığı halde Cürcân’a ne yapıldı? Bu fetihler hiç bir şeydir. Asıl iş Cürcân’ı fethetmekdir.”

Cürcan katliamı

Yezîd, Dihistan ve Taberistan’ı ele geçirdikten sonra Cürcân Türklerinin anlaşmayı bozduğu ve orduya ihanet etiğini duyunca Cürcân üzerine yürümüştür. Yezîd daha yola çıkarken, eğer kendisine zafer müyesser olursa, Türklerden akacak kanlarla öğütülen undan yapılan ekmeği yiyinceye kadar oradan ayrılmayacağına ve Türklerin boyunları üzerinden kılıcını kaldırmayacağına dair Allah’a karşı ahdetti.

Yezîd, Cürcân’a doğru yürüdü ve kenti büyük bir kuvvetle kuşattı. Kuşatma yedi aydan fazla sürdü. Hiçbir yerden en ufak bir yardım dahi almadan, aylardır Arap ordularına karşı şehri savunan Türkler için Araplara boyun eğmekten başka bir çâre kalmadı. Yezîd şehre girince şehrin bütün erkeklerinin bir araya getirilmesini emretti. Bir kısmını esir aldı, eli silah tutanların bir kısmını da kılıçtan geçirdi. Geçeceği yolun sağ ve soluna yaklaşık 2 fersah uzunluğunda bir mesafe boyunca darağacı diktirerek bu Türkleri astırdı. 12 000 kişiyi de Enderhiz adı verilen Cürcân’da bulunan bir vadiye götürdü. Askerlerine şöyle dedi: “Kim intikam almak isterse alsın.” Araplardan bir asker dört beş kişi öldürecek şekilde bu insanları öldürdüler. Böylece bu insanlardan akan kanlar vadide bulunan nehre karışarak nehrin aşağı kesiminde bulunan değirmene doğru aktı. Bu akan kanların döndürdüğü değirmen taşından öğütülen unlar ekmek yapıldı ve Yezîd bu ekmekten yiyerek ahdini yerine getirmiş oldu. Cürcân’da öldürdüğü Türklerin sayısının 40 000 kişiden fazla olduğu kaydedilmiştir.

Yezîd, Cürcân’ın fethi sırasında mücevherlerle kaplı bir tac elde etti. Bu tacı uğursuz sayarak kimsenin almak istememesi üzerine Muhammed bin Vası’ el-Ezdî’yi çağırarak: “Bu tacı al bu senin!” dedi. “Benim buna ihtiyacım yok.” deyince “Emrediyorum alacaksın.” dedi. Yezîd bir adamına emrederek taca ne yapacağını izlemesini istedi. Tacı bir dilenciye vermesi üzerine Yezîd o dilenciye çok miktarda para vererek o tacı geri almıştır.

Ömer bin Abdülaziz dönemi (717-720)

717 yılında Ömer bin Abdülazîz Yezîd bin Mühelleb’i Horasan valiliğinden azletti. Horasan’a vali olarak da Cerrah bin Abdullah’ı atadı. Yezîd’i yaptıklarından dolayı hesaba çekerek hapsetti.

Ömer bin Abdülazîz döneminin Emevîler içinde farklı bir konumu vardır. İslâm’ın kılıç zoruyla ve baskıyla yayılamayacağını bilen halife İslâm’ın yayılmasına büyük önem vererek ülkenin sınırları içinde bulunan zimmîlerin (İslam devletinin egemenliğini kabul eden ve İslam devletinin himayesinde yaşayan gayr-ı müslim kişiler) müslüman olması için onlara İslâm’ı anlatacak görevliler göndermiştir. Ayrıca bu insanlar üzerinde uygulanan haksız uygulamaları kaldırmıştır. Ömer bin Abdülaziz’in bu uygulamalarından Türkler de faydalanmış bireysel de olsa ihtida (Müslüman olma) hareketleri başlamıştır.

Müslüman olmalarına rağmen cizye ve harac ödemeye mecbur edilen mevâlîden (Arap olmayan Müslümanlar), bu tip vergiler kaldırıldı. Ömer bin Abdülazîz’in eşitlik politikası Türklerin İslâm dini hakkındaki kanılarını olumlu yönde etkiledi. Onlar ekonomik endişelerle kendilerine ikinci sınıf muamelesi yapanların bu davranışlarının İslâm dininden kaynaklanmadığını gördüler. Ömer bin Abdülazîz’in topraktan çok, gönüllerin fethine ağırlık vermesi kısa sürede meyvelerini verdi. Sonuç itibariyle müslüman olanların sayısı kat kat artmaya başladı. Gelişmelerden rahatsızlık duyan bazı kimseler, İslâm’ı yeni kabul edenlerin samimi olmadığını ve cizyeden kurtulmak için böyle bir yola başvurduğunu öne sürdüler. Hatta bunlar, Halife Ömer bin Abdülazîz’e yeni Müslüman olan Türklerin samimiyetini ölçmek için sünnet olmak şartının getirilmesini önerdiler. Halife onların bu teklifini “Allah, Hz. Muhammed’i sünnetçi olarak değil, davetçi olarak gönderdi.” diyerek geri çevirdi. Hatta müslüman olan Türklere gayrimüslim muamelesi yapmakta ısrarını sürdüren, fitne ve fesat çıkarma eğiliminde olduklarını söyleyerek onların hakkından ancak kılıç ve kırbacın geleceğini belirten valisi Cerrah bin Abdullah’ı görevden aldı. Onun yerine Abdurrahman bin Nuaym’ı atadı.

720 yılında Ömer bin Abdülazîz’in ölmesiyle yerine Yezîd bin Abdülmelik geçti.

721 yılında Irak valisi Mesleme tarafından Horasan valiliğine Saîd bin Abdülazîz getirildi. Saîd bin Abdülazîz’e Huzeyne de denirdi. Çünkü o yaratılış gereği yumuşak huylu birisiydi. Huzeyne ev hanımı, dadı anlamına gelmektedir.

Doğudaki komşusu Çin’e karşı bir harekete girişemeyen Türgiş (Göktürklerin yıkılmasıyla Orta Asyadaki On-Ok’ların kurduğu ve kısa süre varlık gösterebilen Türk devleti) hakanı Su-lu, batıdaki siyasî gelişmeleri kendi menfaatleri bakımından daha uygun bularak bu yöne yüzünü döndü. Mâverâünnehr’deki yerli prenslerle anlaşan Türgiş hakanı, Kursul komutasında Semerkand’a karşı askerî birlikler gönderdi. Sa’îd bin Abdülazîz, Türkler’e karşı bazı başarılar kazandı ise de sonuçta ağır bir hezimete uğradı. Fakat Semerkand’daki Arap garnizonu herhangi bir saldırıya uğramadı. Zira Türgiş hakanı Semerkand’ı kuşatacak kuvvete sahip değildi.

Bu yılda Vali’nin zayıf kişiliği ve halkın ona Huzeyne diye takma adla anması Türk Hakanını cesaretlendirmişti. Bir ordu oluşturup Soğd bölgesine gönderdi. Ordunun başında da Kursûl adında bir komutan vardı. Bâhilî sarayına kadar ilerledi. Sarayı kuşatan Kursûl ile şehrin valisi Osman bin Abdullah 40 000 dinar ve 17 rehine karşılığında anlaşmaya vardılar. Bunun üzerine Müseyyib bin Bişr komutasında bir ordu Kursûl’un üzerine gönderildi. Müseyyib askerlerine şöyle seslendi: “Siz Türklerin Hakanın ve diğerlerinin arenasına çıkıyorsunuz. Sabrederseniz bunun bedeli cennet, kaçarsanız da bunun sonu cehennemdir. Kim savaşmayı ve sabretmeyi istiyorsa çıksın!”.

Türkler üzerlerine bir ordu gönderildiğini öğrenince ellerinde bulunan rehineleri öldürdüler. Daha sonra Müseyyib emrindeki az sayıda insanla yoluna devem etmiş, Türklere karşı ufak da olsa başarılar kazanmıştır. Fakat daha sonra Türkler geri dönmüş, halk saraydan alınan rehinelerden hiçbirini diri görememişlerdir. Saîd Huzeyne bu yıl bizzat kendisi sefere çıktı. Belh nehrini geçerek anlaşmayı bozan ve Araplara karşı Türklere yardım eden Soğd bölgesinde savaştı. Bu sefere de insanların kendisine: “Sen savaşmayı bıraktın; Türkler saldırır, Soğd halkı isyan eder oldu.” demeleri üzerine çıktı. Türkler ve Soğdlulardan bir grupla karşılaşan ordu, onları bozguna uğrattı.

Mesleme bin Abdülmelik’in Irak ve Horasan valiliklerinden azledilmesinden sonra yeni Irak valisi Ömer bin Hübeyre, Saîd Huzeyne’yi azlederek yerine Saîd bin Amr el-Haraşî’yi atadı.

Yeni Horasan valisi olan Sa’îd bin Amr el-Haraşî, Türgişler ile işbirliği yapan yerli halka karşı çok şiddetli davrandı. Onun zulmünden halk ülkelerini terke mecbur oldu. Kaçanları takip eden Sa’îd, onların bir kısmını Hocend’de kuşattı ve tüccarlar dışında teslim olan asker ve asilzadelerin hepsini kılıçtan geçirtti. 722’de cereyan eden bu olaylar Araplar’a karşı kin ve nefreti arttırdı.

Soğd halkı Huzeyne döneminde Türklere yardım etmişlerdi. Haraşî’nin vali olduğunu duyunca kendileri için endişe duymaya başladılar. Önderleri toplandı ve ülkelerinden çıkma karar aldılar. Her ne kadar hükümdarları onları gitmemeleri konusunda uyarsa da onlar dinlemediler. Karınç, Kişîn, Beyârkes, İştihan halkı Fergana hükümdarından sığınma talep etti. Fakat Fergana hükümdarının annesinin: “Kentine bu şeytanları sokma. Onlar için Rüstak’ı boşalt ve oraya yerleşsinler.” önerisine sıcak bakarak onların Rüstak’a yerleşmelerine izin verdi. Başka bir rivâyette İbn Hübeyre onlar ülkelerinden çıkmadan önce onlara elçi göndererek ve onların memleketlerinden çıkmamalarını istemişti. Ayrıca başkalarına da kimi isterlerse onu görevlendireceğini beyan etmesine rağmen onlar bunu kabul etmeyerek Hocend’e doğru yola çıkmışlar, Esfera Rüstakından Isâm geçidine gitmişlerdir. Esfera o dönemde Fergana meliki Belaz’a bağlıydı. Diğer bir rivâyette ise Karzenc ve Calanc Kıyy halkıyla birlikte, Ebâr bin Mahnûn ve Sabit İştihan halkıyla birlikte göç ettiler. Ayrıca Bayerkes ve Seskes halkı da Buzmacin Dihkânları ile birlikte zengin kimselerden oluşan 1000 kişiyle birlikte göç etti. Divaşnî Büncükes halkıyla birlikte Ebğar (Buğra) kalesine sığındı. Karzenc ve Soğd halkı da Hocend’e sığındı. Muhacirler büyük kısımları ile Seyhun kenarındaki Hocend (Hokend) şehrine yöneldiler. Fakat Saîd bunları takip ederek Hocend’de kuşattı. Türk hükümdarlarının yardım edeceği ümidinde aldanan göçmenler teslim olarak yeniden haraç vermeyi ve eski diyarlarına dönmeyi vaad ettiler. Bu vaadlerinden pek kısa zamanda pişman oldular. Bir bahane icat ederek Saîd Iştihân melikini idam ettirdi. Karzenc de ayni âkibete uğrayacağını anlayınca, yanında tutulduğu Eyüb bin Ebî Hassan’a: “Ben senin misafir ve arkadaşınım. Arkadaşını avam pantalonu içinde öldürmen sana yakışmaz.” dedi. Bunun üzerine Eyüb: “Benim pantalonumu al.” demesi üzerine Karzenc: “Bu da bana yakışmaz, sizin pantalonlarınız içinde öleceğim ha! Hizmetçini gönder de yeğenim Calanc’a bana yeni bir pantalon göndersin.” dedi. Bu ise, ya ülkesinde kalmış veya Fergana’da herhangi bir yerde bulunan yeğeni için, kendisine yardım etmesi için bir parola teşkil etmekteydi. Calanc gelerek Arap ordusuna baskın vermeyi denemesine rağmen başarılı olamadı. Bunun üzerine Saîd, melikler ve alt kademelerindekiler başta olmak üzere bütün Soğdlu savaşçıların kılıçtan geçirilmesi emrini verdi. Bunlar kendilerini sopalarla korumağa çalıştılarsa da başarılı olamadılar. Ertesi gün yeniden birkaç köylü idam edildi. Sadece 400 tüccarın hayatı bağışlandı. Buna rağmen, hepsi de Hocend’de yerleşmiş olmadıkları için Fergana bölgesinde birçok Soğdlu hayatta kaldı. Geri dönüş esnasında Saîd isyan etmiş birçok kenti de, çoğunluğunu barış yoluyla itaat altına aldı. Fakat işine daha fazla yararayacağını düşündüğü durumlarda Saîd teslim olan hükümdarlara verdiği eman vaadini tutmuyor ve bunları sonradan idam ettiriyordu. Bu olaylardan bir süre sonra Ömer bin Hübeyre, Saîd bin Amr el-Haraşî’yi azlederek yerine Müslim bin Saîd bin Züraa el-Kilabî’yi atadı. Müslim, 723-724 yılında bazı başarılar kazandı ve Afşina’ya kadar ilerledi. Onun asıl hedefi Fergana idi.

724 yılında Müslim Türklere karşı savaşa girişti. Bu savaştan önemli bir sonuç alamadı. Bunun üzerine Türk ordusu izlemeye başlayınca Müslim geri çekildi. Ordu Belh nehrini geçerken Temîm atlıları onları korudular Temîm atlılarının başında o gün Abdullah bin Züheyr bin Hayân vardı. Tam bu sırada Yezîd bin Abdülmelik öldü ve yerine Hişâm bin Abdülmelik geçti. Soğd bölgesinin kentlerinden biri olan Afşin’e doğru yürüdü. Afşin hükümdarı, Müslim’le başa çıkamayacağını anlayınca altı bin köle ve kalenin teslimi şartlarıyla anlaşma yapmak zorunda kaldı.

724-743 yılları arasında hüküm süren Hişam bin Abdülmelik döneminde Mâverâünnehir’de Türgişlerle mücadele zirve noktaya çıkmıştı.

Hişâm’ın  halife olması ve Irak umumî valiliğine Halid bin Abdullah  el-Kasrî’nin tayin  edilmesi  bazı  karışıklıkların  ortaya  çıkmasına  sebep  oldu. Müslim, yeni validen çekinmesine rağmen, Nasr bin Seyyâr’ı Belh’te kabile anlaşmazlığından çıkan karışıklığı bastırmakla görevlendirdi ve kendisi de sefere çıktı. Fakat bu sefer esnasında ordusunda bulunan Ezd kabilesi mensupları ondan ayrıldılar. Müslim Buhâra’dayken kendisine Halid    bin Abdullah el-Kasrî’nin mektubu ulaştı. Mektupta “savaşını tamamla!” yazmaktaydı.  Bunun üzerine Müslim yoluna devam ederek Fergana’ya ulaştı.  Kuşatma sırasında Türk  Hakanı  Şümel’in  (veya  Şübeyl)  üzerine  geldiğini  haber  alınca  geri çekilmek  zorunda  kalmıştı.  Onları takip eden  Türk  kuvvetleri  çok  kayıp  verdirdiler. Müslim’in kuvvetleri Seyhun’a vardığı zaman Fergana ve Şâş kuvvetleri tarafından sıkıştırıldılar. Bu esnada taşımış oldukları sularını bırakmak zorunda kaldılar. Bir müddet sonra içecek suyu kalmayan orduda susuzluk baş gösterdi. “Yevmü’l-Atş” diye adlandırılan bu savaşta Araplar büyük kayıplar vererek Hocend’e çekildiler.

Bu gelişmeler üzerine Hevsere bin Yezîd, Türkler’e karşı 4 000 kişiyle bir akın yaptı ve bir süre savaştıktan sonra geri döndü. Nasr bin Seyyâr da 30 kadar süvariyle bir grup Türk’le savaştı ve onları yerlerinden geri püskürtmeyi  başardı.  Böylece Türkler yenildi.

724 yılında Horasan’a gelen Esed bin Abdullah, valiliği Müslim bin Saîd’den devraldı. Tâlekân dağlarının arkasında Karşistan’a sefer düzenleyen  Esed, buranın hükümdarı ile anlaşma yaptı.

725-726 yılında Esed bin Abdullah, Gûr bölgesine sefere çıkmış ve buranın halkıyla savaşmıştır.   Gûr halkı tüm kıymetli eşyalarını yolu olmayan bir mağaraya doldurmuşlardı. Esed, sandık tabutlar yaptırarak bunların içerisine adamlar koydu. Onları zincirlerle mağaraya sarkıttı. Bunlar, tabutların içerisine aldığı kadar mal ve eşya yükleyip mağaradan çıktılar.

726-727 yılında Huttel üzerine yürüyen Esed, burada Türk Hakanı ile karşılaştı. Buradan  Kavadiyan’a çekildi ve nehri geçti. Aralarında herhangi birsavaş olmadı. Farklı bir rivâyete göre iki ordu savaşmış ve Türkler Esed bin Abdullah’ı yenerek onu rezil etmişlerdi. Başka bir rivâyette bu savaş  sırasında ordunun  aç kaldığı da anlatılır.

727 yılında Hişâm,  Esed’in  yerine Eşres bin Abdullah es-Sülemî’yi  valiliğe tayin etti. Eşres bin Abdullah, faziletli ve hayır sahibi birisiydi. O’nun Horasan’a vali olarak gelişini halk sevinçle karşıladı.

728 yılında Eşres bin Abdullah es-Sülemî Mâverâünnehir bölgesini iyi tanıyan birisi olan Ebu’s-Seydâ  Salih bin  Tarîf’i  Semerkand halkını İslâm’a davet için görevlendirdi. Ebu’s-Seydâ “Ben İslâm’ı kabul eden kimselerden cizyenin alınmamasını, Horasan bölgesinin haracının sadece erkeklerden alınması şartıyla giderim.” demesi üzerine Eşres bu şartı kabul etti. Ebu’s-Seydâ Semerkand ve çevresindeki kentlere giderek halkı İslâm’a davet etti. Müslüman olanlardan cizyenin kaldırılacağını vaad etti. Bunun üzerine insanlar akın akın İslâm’a koştu.  Bu girişimin tahminlerin üstünde bir başarı ile sonuçlanması hem hazine memurlarının hem de dihkânların hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Çünkü bölge halkı çağrıya uyarak akın akın müslüman oluyor, buna karşılık toplanan vergi miktarı hızla azalıyordu. Semerkand hükümdarı Gûzek’in durumu bildiren mektubu kendisine ulaşınca “halk isteyerek müslüman olmuyor,  onların İslâm girmeleri cizyeden kaçmak içindir” diye müslüman olanlardan da cizye alınmasını emretti. Hatta ve hatta  kimin sünnet olup olmadığına, kimin Kur’an’dan bir sure okuyup okumamasına ve farzları  yerine  getirip  getirmemesine bakılarak o zaman cizyenin kaldırılması gibi bir formül bile düşünülmüştü. Halk onun bu kararını nefretle karşıladı. Bu karar halkı Araplara karşı Türkler ile birleşmeye yöneltti. Eşres bin Abdullah, Kuteybe bin Müslim’in oğlu Katan’le birlikte Türk Hakanı’na karşı mücadeleye girişti.  Amûl yakınında ve Ceyhun kıyısında Türkler’le  karşılaşan Eşres’in  birlikleri ağır kayıplar vererek nehri geçti. Beykent üzerine yürürken burada da Türkler’in saldırısına uğrayan Araplar, suyollarının Türkler tarafından  tutulması sonucunda  zor  durumda  kaldılar.  Onları mahvolma tehlikesinden Hâris bin Süreyc’nin “Kılıçla  ölmek susuzluktan  ölmekten bu dünyada daha şerefli,  Allah katında da daha fazla kabul edilir.” diyerek insanları cihada özendirmesi sonucu Hakan’ın ordusu yenilmiş askerler suya kavuşabilmiştir.  Bu sırada susuzluktan 700 Arap ölmüştür.

Eşres, özellikle Buhâra, Beykend, Semerkand gibi kentlerde Türk Hakanı ile mücadeleye girişmiş ancak her iki taraf da kesin sonuçlar elde edememiştir. Eşres’in  valiliği sırasında Türk Hakanı, Kemerce’yi kuşatmıştı.  Kentin Arap halkı her türlü zor şartlara karşın kaleyi  58  gün savundu. Ayrıca 35 gün boyunca develerini sulamamışlardır. Hakan çeşitli yollar deneyerek kaleyi fethetmeye çalıştıysa da başarılı olamadı.  Sonunda Kemerce  halkına  eman  vererek Semerkand  ve Debûsiyye’ye gitmelerine izin verdi. Halk yanlarına Türk rehineler alarak kaleyi terk etti.

728-729 yılında   Kürder halkı İslâm’dan dönerek Araplarla savaştı. Yapılan ilk savaşta  Araplara  karşı  galip geldiler. Türkler de Kürder halkına destek olmuşlardı.  Bu durumu  gören  vali Eşres  bin Abdullah,  1 000 kişilik  askeri  birliği oraya gönderdi. Sonuçta Araplar Türkleri yenerek Kürder halkına karşı zafer kazandılar.

729-730 yılında Hişâm, Eşres’i görevden aldı ve yerine Cüneyd bin Abdurrahman’ı atadı. Cüneyd   Merv’e geldiğinde, Eşres; asıl Arap  ordusu ile birlikte Buhâra ve Semerkand  yörelerinde  Türklerle  olan  mücadelelerine  devam  ediyordu. Cüneyd emrindeki 500 kişilik bir müfreze ile Ceyhun nehrini geçmiş ve Türk yurtlarında ilerlemeye başlamıştı. Amacı bir an önce  Eşres’e  ulaşmak, ondan görevi devralmaktı.  Eşres,  Buhâra’yı kuşatırken bir kısım kuvvetlerini de civardaki isyanları bastırmağa göndermişti, bu birliklerden biri Hakan tarafından imha edildi.  Buna rağmen Buhâra’yı kuşatan Eşres üzerine fazla baskı  yapılamadı. Bu sırada  Cüneyd  bin Abdurrahman el-Murrî komutasındaki birlikle Eşres’in yanına geldi. Buhâra’yı kuşatan Arap birliklerinin takviyesi sayesinde  Buhâra  tekrar  Araplar’ın  eline geçmiş oldu.  Vasıl bin Amr el-Kaysî komutasındaki  birliğin Hakan’a ani bir baskın yapması  sonucu  Hakan yenilmiş  ve geri çekilmek zorunda kalmıştır. Yine aynı yıl 7 000 kişilik bir orduyla Türkler üzerine yürüyen Cüneyd, Beykend’e  iki fersah uzaklıkta  Türk atlıları ile karşılaşarak  onları yendi. Yapılan savaş çok çetin geçti ve az kalsın Cüneyd’in ordusu helak olacaktı. Sonuçta Cüneyd’in ordusu savaşı  kazandı. Bu savaş sonrasında Şâş hükümdarı ve Türk Hakanının kardeşinin oğlu esir alındı. Bu kişiyi halifeye gönderdi. İki ay boyunca Tirmîz’de konakladı. Sonra zafer kazanmış olarak Merv’e döndü.  Hakan, Cüneyd hakkında şunları söylemiştir: “Bu çocuk çok olmaya başladı.  Bu yıl beni yenmiş olabilir. Gelecek yıl onu yok edeceğim.”

730 yılında Cüneyd, Toharistan seferine çıktı. Bu sefer sırasında İslâm tarihine “Geçit Savaşı”  diye geçen olay meydana geldi. Cüneyd 18 000 kişilik  orduyu Umare bin Huraym komutasında Toharistan üzerine gönderdi. İbrahim el-Leysî’yi 10 000 kişilik bir kuvvetle başka bir bölgeye gönderdi. Bunun üzerine Türkler de asker toplayıp Semerkand üzerine yürüdüler. Semerkand valisi Sevre bin Hurr, Cüneyd’e mektup göndererek yardım istedi. Türk ordusunun başında büyük Hakan vardı ve Soğd, Şâş, Fergana halkı ona destek olmuşlardı. Cüneyd ordusuyla birlikte Semerkand  kuşatmasını yarmak için bu kente yöneldi.  Cüneyd bu duruma, hatta komutanlarının uyarılarına  karşın Savre’ye  yardım için hareketle Kiş üzerinden,  Semerkand’a  doğru yöneldi. Yolda, su kuyularının tahribi nedeniyle çok sıkıntı  çekti. Semerkand’a  4 fersah kadar yaklaşan  Cüneyd, orada kamp kurmuştu. Ertesi gün Hakan büyük bir orduyla Araplara hücum etti. İki ordu savaşa tutuştu ve çok şiddetli  bir  şekilde savaştılar. Her iki taraftan da birçok kişi öldü.  İlk saldırılarda Arapların şiddetli saldırısı sonucu Türkler hezimete uğradılar, daha sonra Türklerin karşı saldırılarında birçok Arap öldü. Sevre, Semerkand’da  çok az sayıda bir kuvvet bırakarak   Cüneyd’in yardımına koştu. Türkler savaş alanındaki çalılıkları  ateşleyerek Sevre’nin birliklerinin büyük bir kısmını mahvettiler. Türkler’in Sevre ile mücadelesinden yararlanan Cüneyd, Semerkand’a girmeyi başardı.  Önemli sayısa askeri  esir  alan Türkler, bunları  Hakan’a götürdüler. Hakan, esirlerin tamamının öldürülmesini  emretti.  İşte bu savaşa “Yevmü’ş-Şiab” veya “Vak‘atü’ş-Şiab” ismi verilmiştir. Ölenler arasında Sevre bin Hurr da bulunuyordu. Nasr bin Seyyâr ve mevalinin gayretleri Arap ordusunu perişan olmaktan kurtarmıştı.

Semerkand’ın yeniden kuşatılmasında bir başarı kazanılamayacağını anlayan Türkler, bu kez  de  Buhâra  üzerine yürüyerek orada bulunan Katan bin Kuteybe’yi kuşattılar. Bunun üzerine  Cüneyd,  danıştıktan sonra Semerkand’ı terkederek Buhâra’nın yardımına koştu. Ayrıca Halifeye mektup yazarak kendilerine ordu göndermesini istedi. Buhâra’ya varan Cüneyd, Hakan’ı çekilmeye mecbur etti.

734 yılında Hişâm  Cüneyd’i valilik görevinden alarak yerine Asım bin Abdullah  bin Yezîd el-Hilâlî’yi tayin etti.  Âsım bin Abdullah, Toharistan bölgesinde patlak veren Hâris bin Süreyc isyanını bastırmak için uğraştığından Türklerle önemli bir temasta bulunmamıştır. Âsım bin Abdullah hiç bir varlık gösteremediği için görevden alındı ve yerine Esed bin Abdullah tayin edildi.

737 yılında Esed, Huttel üzerine sefere çıktı, bölgedeki bir kaleyi fethetti. Birçok esir elde etmiş ve düşman ordusu Çin topraklarına kaçmıştı.

737 yılının önemli olaylardan biri de Türk kentlerini Araplar’a karşı başarıyla koruyan Türk Hakanı Su-lu’nun öldürülmesidir. Nakledildiğine göre Esed’in  bölgedeki başarılı fetih  hareketleri sonucu harekete geçen Hakan, 50 000 kişilik ordusuyla Belh şehrinin kıyısındaki  nehre kadar geldi. Ramazan bayramı günü bayram namazını kılan Araplar Hakan’ın ordusuna saldırdılar. Bu sırada Hâris bin Süreyc de 5 000 savaş atı getirmiş ve bunlar askerlere değil sadece ordudaki Türk komutanlarına dağıtılmıştır. Hâris bin Süreyc kendisi Arap olduğu halde Türklerin ordusunda savaşıyordu. Esed ile yapılan savaşta Hakan yenildi ve birçok askeri öldürüldü. Bu yenilgi Hakan’ın saygınlığını kaybetmesine neden olup ülkesine dönünce Kursûl tarafından öldürüldü.

Yine aynı yıl Esed Huttel (günümüzde Tacikistan’ın güneyinde, Pamir dağlarının batısında) üzerine yürüdü. Melik Bedr Tarhan, Esed ile görüşmesinde 1 000 000 dirhem vermeyi önerdiyse de Esed bunu kabul etmedi ve: “Sen oraya Bamyan halkından garip bir adam olarak girdin. Huttel’e nasıl girdiysen öyle çık.” dedi. Türk kentlerini ele geçiren Esed, Bedr Tarhan’ı da öldürttü. Huttel kentini, kalesini ele geçirip mallarını ve kadınlarını ganimet olarak aldı.

738 yılı Recep ayında Emevîlerin  son Horasan valisi olan Nasr bin Seyyâr el-Kinanî  saldırı siyaseti yerine çeşitli nedenlerle Arap egemenliğine karşı direnen Mâverâünnehr sakinlerini, Araplar’la aralarındaki farklılıkları gidermek yoluyla yatıştırmaya çalıştı ve bunda da oldukça başarılı oldu.

Bu arada ufak çapta bazı seferler yapmaktan da geri durmuyordu. Eyalet merkezini Belh’ten Merv’e nakletti; Katan bin Kuteybe’yi Ceyhun’un doğusunda bulunan garnizonların komutanlığına atama suretiyle Buhâra ve Kiş’te herhangi bir hareketin çıkmasını daha başlangıçta önlemiş oldu. 739 yılında Mâverâünnehir bölgesine iki sefer düzenlemiş, Belh kentinden yola çıkan Nasr, Mâverâünnehir’deki Babu’l-Hâlid bucaklarında savaş yapmıştır. Bu sırada kendisi de ordusu ile beraber Arap egemenliğini takviye etmek amacıyla Semerkand’a gitti ve hiç bir direnişle karşılaşmaksızın kente girdi. Bir müddet Semerkand’da kalarak iç durumu düzelttikten Merv’den Şâş şehrine kadar uzanan yerleri tekrar itaat altına aldıktan sonra 740 yılı sonlarında  Mâverâünnehr  halkından da aldığı kuvvetlerle Uşrusana üzerinden Şâş’a yürüdü. Uşrusana hakimi sadakatini sunduğu için çatışma olmadı. Şâş’ta, karşısına oranın hakimi ile Türgiş Hakanı Su-lu’yu katleden Kursûl çıktı ise de, yapılan çatışmada Kursûl esir alındı ve derhal idam edildi. Nasr, Şâş hakimi ile de, daha önce isyan etmiş olan Hâris bin Süreyc’in Şâş’tan atılması şartıyla barış yaptı. Buradan Fergana üzerine yürüyen Nasr bin Seyyâr,  Süleyman bin Sûl’u Fergana melikine bir barış mektubu ile gönderdi. Süleyman, Fergana melikiyle konuşup onun barışı kabul etmesini sağladı.

740-741 yılında Nasr bin Seyyâr Soğd  halkıyla barış anlaşması yapmıştır. Esed’in valiliği döneminde öldürülen Hakan’dan sonra Türkler çeşitli bölgelere dağılmışlar ve  dağınık bir hale gelmişlerdi.  Soğd halkı kendi bölgelerine dönmek istiyorlardı. Nasr, onlara  bir haberci  göndererek  kendi  memleketlerine dönmeleri için izin verdi.  Soğd halkı da bazı şartlar öne sürdü. Bu şartlar şunlardı:

  1. Dinden dönenlerin (mürted) cezalandırılmaması,

  2. Herhangi bir borçtan dolayı hiç kimseye zulmedilmemesi,

  3. Hakimin hükmü ve âdil kişilerin şahitliği olmadan Arap esirlerin ellerinden alınmaması.

Bu istekler karşısında halk Nasr bin Seyyâr’ı ayıplayınca  o şöyle dedi. “Şayet siz onların Araplar hakkındaki olumlu düşüncelerini bilseydiniz buna karşı gelmezdiniz.”

Hişâm’a bir elçi göndererek durumu bildiren Nasr’ın görüşünü halîfe Hişâm da uygun buldu.  Aynı yıl Nasr bin Seyyâr Fergana’ya karşı ikinci kez savaştı.

743 yılında Hişâm bin Abdülmek’in vefat etmesi üzerine Velîd bin Yezîd halife oldu.

Abbasî ihtilâlinin patlak vermesi, zaten hızı kesilmiş olan fetih hareketinin duraklamasına   neden oldu. Horasan valisinin ihtilâlcilerle uğraşması, yerli halkın ihtilâlcileri desteklemesi,  Emevî ordularının dışarıya karşı harekete geçme olanaklarını tamamen ortadan kaldırmıştı.  Bundan sonra Emevî komutanları iç işlerle uğraşmaktan dışarıya yönelemediler. Emevîler  yıkılıncaya kadar bu böyle sürdü. Abbâsîlerle birlikte ilişkiler tekrar başladı. Sadece tekrar  başlamakla kalmadı farklı bir boyut da kazandı. Çünkü artık Türkler savaşılan taraf değildi. Hızla müslüman olan Türkler İslâm tebasının bir parçası haline geldiler.

Arap – Hazar Türkleri savaşları

Araplar Halife Ömer döneminde (634-644) bugünkü Türkiye’nin Güney-Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinden kuzeye doğru ilerleyerek Kafkaslar’a ulaştılar. 635’de Kâdisiye, 637’de Celûla ve 641’de Nihavend savaşlarını kaybeden Sâsânîler geniş İran topraklarını ve Orta Asya kapılarını Araplara açmış oldular. Araplar Sâsânîler’in elinde bulunan son kaleyi de fethedince karşılarına çıkan Hazar Türkleriyle büyük şavaşlara girdiler.

643 yılında Suraka bin Amr komutasındaki Arap ordusu Babu’l-Ebvab (Derbend) kentine doğru ilerledi. Derbend kralı Şehberâz kenti savaşmadan teslim etti. Suraka bin Amr’ın ölüm haberi ulaşınca Hz. Ömer Abdurrahman bin Rebîa el-Bâhilî ‘yi Bab’a (Derbend’e) vali olarak atadı. Sonra ona Türklerle (Taberî Hazarları Türk adıyla tanımlıyor) savaşma emri verdi. Taberi’ye göre Abdurrahman, Belencer (Kuzey Kafkasya’nın Dağıstan bölgesinde, Derbent ile Semender kentleri arasında) kentini savaşarak ele geçirdi ve Belencer’den sonra Beyda’ya (İdil/İtil) ilerledi. (Ancak araştırmacılar bunu mümkün görmemektedir. Belencer’de şiddetli çarpışmalar olmuş ve kent tahrip görmüş fakat İbrahim Kafesoğlu’na göre Arap komutanıyla 40 000 kadar askeri idam edilmiştir).

Hz Osman’ın halifeliğinin dokuzuncu yılında Abdurrahman bin Rebîa Belencer’e saldırdı ama fethedemedi. Daha önceki yıllarda yapılan akınlar sebebiyle ihtiyatlı davranan Hazar Türkleri Belencer yolu üzerinde pusu kurarak Arap ordusuna ağır kayıplar verdirdiler. Buna rağmen Belencer önlerine kadar gelen Araplarla çarpışmada Araplar büyük kayıp verdiler. Sonra Hazarlar saldırdı ve bunun üzerine Belencer halkı da çıkarak aynı anda Araplara saldırdılar. Hatta Abdurrahman bile ölüler arasında idi. Kendisine Zu’n-Nûr denilirdi. Belencer halkı cesedini alıp bir tabuta koymuşlar ve kendilerine uğurlu gelip yağmur yağdırması ve kendilerini muzaffer kılması için niyazda bulunmuşlardır. Ağabeyinin ölümü üzerine komutanlık görevini üzerine alan Selman bin Rebî’a, el-Bâb’a (Derbend’e) çekilmek zorunda kalmıştır.

650-651 yılında da Rey’de bulunan Huzeyfe bin el-Yemanî ile Şam’da bulunan Habîb bin Mesleme el-Fihrî, el-Bâb’da kötü durumda bulunan Abdurrahman’a yardım için gelmiş, fakat Habip ile Selman arasında anlaşmazlık çıkması nedeniyle harekâta girişilememiştir. Bu anlaşmazlığın nedeni Kûfe’den ve Şam’dan gelen askerler ve Bab’da bulunan kuvvetlerle meydana gelen bu büyük orduyu kimin komuta edeceğiydi.

Peşpeşe gelen saldırı ve savaşlar üzerine 652-653 yılında hazırlıklara başlayan Hazar Türkleri, kendi aralarında tartışmışlar ve “Biz öyle bir millettik ki şu sayıları az millet (Araplar) gelinceye dek kimse bize denk olamazdı. Bunlar savaşta ölmüyor eğer ölselerdi böyle üzerimize gelemezlerdi.” gibi sözler söylemişlerdir.

Bu yenilgiden sonra Araplar ile Hazarlar arasında uzun müddet bir çarpışmanın olmadığı görülmektedir. Araplar, iç karışıklıklar sebebiyle Hazar cephesine gereken önemi vermemiş ve dolayısıyla mücadeleler durmuştur. Gerek iç karışıklıklar gerekse fetihte ağırlığın doğuya kaydırılmış olmasından dolayı Araplar uzun süre, Velîd bin Abdülmelik dönemine kadar (705-715) Hazar Türkleri üzerine harekat imkanı bulamadılar.

(Taberî, Mesleme bin Abdülmelik’in 706 yılında Hazarlarla savaşarak Azerbaycan bölgesindeki Bâbu’l Ebvâb’a vardığı ve buradaki kent ve kaleleri fethettiği belirmektedir. Ancak bu seferin ayrıntıları hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir.)

709 yılında Mesleme tekrar Azerbeycan’ın el-Bâb bölgesine sefer düzenledi ve buradaki kaleleri fethetti. (Taberi bu anlatımda da Hazarlar ifadesi yerine Türkleri kullanmaktadır.)

Mesleme bin Abdülmelik’in Azerbaycan’dan ayrılması ve İstanbul kuşatmasına katılması Hazar Türkleri için tehlikeyi kendiliğinden uzaklaştırmış oluyordu. Bu fırsattan istifade eden Hazar Türkleri, 717-718 yılında Ermenîye (Taberi’de ve Arap kaynaklarında adlandırılan Van Gölü merkez olmak üzere Ağrı Dağı, Yukarı Fırat havzasını kapsayan bölge) ve Azerbaycan’a bir akın yaparak çok sayıda Arapları esir ederek bir topluluğu da katlettiler. Bunun üzerine Ömer bin Abdülazîz, Hatim bin Nu’man el-Bâhilî kumandasında bir orduyu Hazarlar’a karşı gönderdi. Hatim, Hazarları yendi ve hatta 50 kadar Hazar esirini halifeye gönderdi.

721-722 yılında Hazar Türkleri’nin tekrar akın yaptıkları görülmektedir. (Bu konuda Taberî’de çok kısa bir bilgi bulunmaktadır.)

722 yılında Cerrâh bin Abdullah el Hakemî (Azerbaycan ve Ermeniyye valisi) Türk (Hazar) topraklarına doğru sefere çıktı. Belencer’i fethetti. Yenilen Hazar Türklerinin birçoğu suda boğularak öldü. Belencer ile yetinmeyen Cerrâh Belencer’in gerisinde kalan kaleleri de fethetti.

723-724 yılında Cerrâh bin Abdullah Belencer’in gerisinde kalan kent ve kalelere ulaşıncaya kadar el-Lân (Ermeniyye’de Bâbu‘l-Ebvâb’a yakın, Hazar ülkesine komşu geniş kentler) üzerine yürüdü. Bunlardan bazılarını fethetti. Buranın halkından bazılarını esir almasının yanı sıra bu seferden çok fazla ganimet elde etti.

725-726 yılında Hişâm, Cerrâh bin Abdullah’ı Ermeniyye, Azerbaycan ve Cezîre valiliğinden almıştır. Yerine Malatya civarında savaşan kardeşi Mesleme bin Abdülmelik’i atamıştır.

728 yılında Mesleme Hazarlar üzerine sefere çıkmıştır. Babu’l-Lân’a doğru onların üzerine gelmiştir. Orada Hakan’ın ordusuyla karşılaşmıştır. Yaklaşık bir ay savaşmışlardır. Bu arada şiddetli bir yağmura tutulmuşlardır. Sonuçta Hakan’ın ordusunu bozguna uğradı. Hakan geri çekilmek zorunda kaldı. Mesleme de dönerek Zü’l-Karneyn caminin yolunu tuttu.

729 yılında Hazarlar Azerbaycan’da bazı yerleri istila etmişler, karşılarına çıkan Hâris bin Amr onları bozguna uğratmıştır.

730 yılında Hişâm bin Abdülmelik bölgeye kuvvetli bir garnizon yerleştiren Mesleme’yi görevden alarak Cerrâh bin Abdullah’ı ikinci kez valiliğe atamıştır.

731 yılında Hazarlar saldırıya geçtiler. Karşılarına Cerrâh bin Abdullah Azerbaycan ve Şam askerleriyle birlikte çıkmasına rağmen Erdebil geçidinde Cerrâh ve yanındakiler öldürüldü. Böylece Hazarlar Erdebil’i işgal etti. Ermeniyye valiliğini Cerrâh’ın kardeşi Haccac bin Abdullah üstlendi. Bu haber Hişâm’a ulaşınca Saîd bin Amr el-Haraşî’yi çağırarak onun görüşünü sordu. O da: “Beni kırk posta atıyla oraya gönder. Sonra her gün kırk posta atlı adam gönder. Sonra ordu komutanlarına benim emrimin altına girmelerini emret.” diyerek görüşünü belirtti. Hişâm’ın bu fikir hoşuna gitmiş olacak ki dediğini yaptı. Hazar Hakanına gönderilen Araplardan ve zimmîlerden (Arapların egemenliğini kabul eden gayr-ı müslimler) üç heyet esir alınmıştı. Onları Saîd bin Amr kurtarmıştır. Fakat birçoğu öldürülmüştür.

731 yılında Mesleme bin Abdülmelik orduyu Hakanın üzerine gönderdi. Hakanın elinde bulunan birçok kaleyi ve kenti fethetti. Hakanın ordusundan birçok kişiyi öldürdü ve esir etti. Hazar halkından birçok kişi kendini ateşle yaktı. Ayrıca Belencer dağlarının sırt kesimindekiler boyun eğdiler. Ayrıca bu savaşlar sırasında Hakanın oğlu da öldürüldü. Bu olaydan bir yıl sonra Hakanın yenilmesi üzerine Mesleme bin Abdülmelik el-Bâb’dan ayrıldı.

732 yılında Hişâm Ermeniyye ve Azerbaycan valiliğine Mervan bin Muhammedi atadı.

735 yılında Mervan Hazar bölgesine iki kez ordu gönderdi. Bu seferlerin ilkinde el-Lân bölgesinden üç kaleyi fethetti. Diğerinde ise Tumanşah üzerine yürüdü. Halkı savaşsız bir şekilde anlaşmaya razı oldular.

738 yılına gelindiğinde İshak bin Müslim el-Ukaylî Tumanşah kalesini fethetti ve burayı yıktı. Ayrıca Mervan bin Muhammed düzenli hale getirdiği Hazar seferlerine bu yıl da devam etti.

739 yılında Mervan bin Muhammed Serirü’z-Zeheb hükümdarı üzerine yürüdü. Kalesini fethetti ve topraklarını tahrip etti. Orayı cizyeye bağladı ve her yıl bin asker göndermesi şartıyla anlaşma yaptı. Ondan bu rehineleri alarak burayı karargahı haline getirdi.

Bunlardan sonra Emevî devletinin içine düştüğü durumdan dolayı Hazarlara karşı yapılan seferler de durma noktasına geldi.

Emevilerin Türk Coğrafyasındaki egemenlik alanı

Not: Taberi anlatımında adı geçen  Soğdlar en önemli merkezleri Semerkant ve Buhara olmak üzere Amuderya ile Siriderya arasında yayılan ve günümüzde Özbekistan, Tacikistan, Kırgızistan sınırları içinde kalan coğrafî bölgede yaşamış bir kavimdir. Divân-ı Lügati’t-Türk’te Soğd: “Balasagun ile Buhara ve Semerkand arasında Türkleşmiş bulunan bir ulus olarak geçer. 5. yüzyılda Eftalitlerin (Akhunlar) ve sonrasında 558 yılında Göktürk nüfuz ve hâkimiyeti ile giderek  Türkler arasında asimile olmuşlar, hükümdarları “beg tigin” ve Farsça kökenli “İhşid” yerine , “tarhan”, “yabgu”, “şad”, “afşin” gibi Türk ünvanları taşımaya başlamışlar. Ancak halka ve coğrafi bölgeye Soğd denişmeye devam edilmiştir. Tarkan/Tarhan eski Türklerde bir asalet unvanıdır. Taberi tarihinin 670 yılı ve sonrası bölümlerinde sıkça yer alan Nizek, Tarhun’un o zamanlarda Türkleşmiş olan Soğd hakan ünvanlarının Arapça versiyonu olarak anlaşılmalıdır.

Soğd ülkesi

Kaynak:

Taberi tarihindeki Türklerle ilgili rivayetlerin tespiti ve değerlendirilmesi (Hz. Peygamber döneminden Emeviler’in sonuna kadar) Ali Dadan,  Selçuk Üniversitesi Dijital Arşiv Sistemi Sistemi, Mayıs 2006. https://media.turuz.com/Turkologi/Tarix/2011/321-Taberi_Tarixindeki_Turklerle_Ilgili_Rivayetlerin_Tespiti_Ve_Degerlendirilmesi(Ali_Dadan)_(Konya-2006).pdf

Bülent Pakman. Mayıs 2019. Kaynak göstererek ve aktif link vererek alıntılanabilir.

İlgili diğer yazılarımız:

Türklerin Müslümanlaştırılmaları

Türkler Kılıçla Müslüman oldu

Bülent Pakman kimdir IMG_2654https://bpakman.wordpress.com