Osmanlı’nın çöküşü

Osmanlı’nın son dönemlerinde borç batağına girdiği görülüyor. Bunun nedenleri nelerdir?

Toplumun müesseseleri değişiyor. En başta ordu ortadan kaldırılmış. Donanma ve orduda bir ıslahat söz konusu…Tabii o zaman bir ordunun modernleşmesi bugünkü kadar pahalı olmasa da, ateşli silahlar bölümlerinde merkezi orduların modernleşmesi çok pahalı. Ayrıca beraberinde ıslahın sınırlarını aşan bir reform ve masraf silsilesi getiriyor. 19. yüzyılda “saf akıllı” diyebileceğimiz Ahmed Cevdet Paşa, bu reformun ne olduğunu çok iyi açıklıyor: Büyük Petro’nun strelitzleri ortadan kaldırması, Rusya’nın sırtından bir uru kazımak gibidir. Hâlbuki yeniçeri Devlet-i Aliyye’nin yüreğinde bir seratan, yani kanserdi; onun kazınmasıyla çok şeyin değiştirilmesi gerekiyordu. Çünkü yeniçerilik asayiş demek, maliye demek, ordunun bütün dalları demek, eğitim demek… Yeniçeriye bağlı idarî mekanizmalar var. Kadılık bile etkilenmiş… Devlet yeniçerilik kaldırıldıktan sonra bir sürü ıslahata girişmek zorunda kaldı. Bu dâhiyane ve edibane tasvir Osmanlı askerî reformunun mülki idare ve maarife dahi yayıldığını göstermesi bakımından önemlidir. Yani subay yetiştirmek için; okul, cerrah, veteriner gerekiyor. Bahsedilenlerin hepsi çok pahalı okullar… Dört duvarla, bir öğretmenle bitecek iş değil. Dahası bütün bunlar için yeni bir vergilendirme de şarttır. Şimdi bir taraftan bu ordu kurulurken, diğer taraftan da hâlihazırda büyük devletlerden biri olması sebebiyle derdi de büyük olan bir devlet var karşımızda. Dış dünya ile diplomatik-barışçıl ilişkiler yoluyla birtakım manevraları götürdüğü gibi muharebelere de girmeye devam ediyor.
Nitekim Kırım Savaşı bardağı taşıran son damla olmuştur. Çünkü askerî masraflar çok pahalıdır. Bu sebeple devlet maalesef klasik yönetimi değiştirmek zorunda… Muhtemelen de üretimle karşılayamayacağı bir tüketim içinde. Normalde devlet önce bir üretimde bulunur. Daha sonra ordusuna, mâliyesine yoğunlaşır. Burada ise çağa ayak uydurabilmek için Marksist literatürün iç yapısal modernleşme dediği bir modernleşmeyi götürmesi lazım. Bunu sizin üretiminiz karşılamıyor. Ortada bir fabrika üretimi söz konusu değil. Tarımınız bunu sağlayamıyor. Sağlayamadığı için de borçlanma durumunda kalıyorsunuz. Şimdi bu borçlanmadan sonra zirai reformlara, sınaî reformlara giderseniz ortada büyük bir mesele olduğu söylenemez. Galiba bugünkü Türkiye bunu başaracak durumda. Ama bütün bunları yapamazsanız, sadece zaruri olan ilk aşamada yani askerî ve idari modernleşme safhasında kalırsanız, o borç artarak gider ve bütün mesele böyle masrafların, böyle modernleşmenin olduğu bir cemiyette siz eski dünyaya ait bir mali sistemle yaşayamazsınız. Yani Osmanlı Devleti’nin en büyük sorunu vergi kaynaklarını iyi tespit edip bunları sağlıklı vergilendirememesiydi. Bu gerçekten çok önemli bir husustur. İnsanlık tarihinde de asıl problem budur. Mısır niye büyük bir devletti?
Çünkü Eski Mısır vergilendirme konusunda oldukça iyiydi. Roma niye imparatorluk oldu? Mısır’ı aldığı zaman bu sistemi kavramıştı. Şimdi sizin bu kaynakları tespit edip bunları vergilendirme, bu vergiyi doğru toplama ve bu asra uygun bir şekilde envanteri yapabilme hususiyetiniz yok ise ciddi probleminiz var demektir. O düzenleme geçen asırlarda vardı. Önceki çağlarda Türk Devleti geleneğini ve o devletin gelirleri orduya ve dar bürokrasiye yeterliydi. Ama 19. asrın Türk devleti öyle değil. Yani eğitimle uğraşacak, sağlıkla uğraşacak, daimî bir ordu besleyecek ve dahası bu artık modern tekniğe dayalı bir ordu. Bunun için gerekli geniş bir bürokrat kadroya sahip olmak zorunda olduğu şüphesiz. Bunları nasıl karşılayacak? Kendi kaynaldarı yetmiyor, üstelik bunları kontrol edip modern bir şekilde kayıt altına da alamıyor. Dolayısıyla 18. ve 19. asrın ilmi dâhilinde bütçe yapan, varidat ve mesarifatı önceden öngören ve ona göre harcama yapıp vergi toplayan devlet tekniğini ve mali tekniklerini alamamışlar. Peki bunu zamanla nasıl alıyor? Reform yapıyor. Mekteplerini kuruyor. Üstelik sırf idare okulu değil; bir süre sonra öbür modern devletler gibi kurmay akademisi (Erkân-ı Harb Mektebi) de kuruyor. Adam yetiştiriyor. Fransız mali mevzuatını, harcamalarına kontrol sistemini getiriyor. Mesela Divan-ı Muhasebat’ı kuruyor. Asıl önemlisi, devlet hiçbir şekilde birtakım mali işlemleri tarh ve cibâyeti (vergi koyma ve toplama) işini yürütemediği için krizde bu görev (1881) Düyun-u Umumiye’ye devrediliyor. Şunu açıkça söylemek gerekir ki bir nevi hacizci, alacaklarının idaresi demek olan Düyun-u Umumiye sayesinde Türkiye modern maliye sistemini kavramıştır. Modern vergilendirmenin gereği olan vergileri toplama, tespit gibi hususları öğrenmiştir. Mesela iltizam sistemini ele alırsak; (iltizam da bir nevi mali bir kol) bir bölgeden öngördüğün geliri alıp ona göre masraf yapıyorsun ve bu işi bir adama ihale ediyorsun. Onunla yapamadığın takdirde Düyun-u Umumiye gelip bu işi yapıyor. İşte o arada da maliyeci yetişiyor. Mesela Cavit’in Düyun-u Umumiye adamı olması tesadüf değildir. Dolayısıyla bu memlekette vergi toplama, kaydetme, tahsil etme, bunların alınıp mesarifata dönüştürülmesi maalesef bu yabancı kuruluşun öğretmenliği sayesinde olmuştur demek yanlış olmayacaktır.

Osmanlı’nm dinamik bir yapısı da var. Buna rağmen kendini modernize edememesinin nedenlerini neye bağlıyorsunuz? Yeterli entelektüel birikimleri mi yoktu?

Evet, o gün de yoktu, maalesef bugün de yoktur. Çok uzun zaman Türkiye, çağdaş mâliyenin, iktisadın teknik ve bilgilerine sahip insanları yetiştirememiştir. Hatta söylenebilir ki Türkiye’de devlet bu insanları yeni yeni çıkarmaya başlamıştır. Bu çok ilginç bir durum… Aldığımız bu memurlar yurtdışına gidip yetişiyor ve bir şekilde bu konuda kendini geliştiriyor. Daha da garibi bunlar özel sektöre geçiyor. Fakat özel sektör sanıldığı kadar bu konuda büyük rol sahibi değil. Bu iş yine devletten geliyor. Tabii bunun üzerinde durmak gerekiyor. Yani devlet aynı zamanda bir nevi anti-devletçi bir mali sistemin iktisadi dönüşüm boyunca yuvası oluyor. Sistem ve kadrolar orada yuvalanıyor. Bu bakımdan ısrarla üzerinde durmamız gereken husus; 19. yüzyılda Osmanlı imparatorluğu nun bu gerilemiş, mali kontrol kuramayan sistemi de kendisinin değiştirmiş olduğu gerçeğidir. Her ne kadar iç-dış şartlar bunu zorlaşa da eğer bunun adına dinamizm diyorsanız dinamizmdir.

Batı’nın Osmanlı Devleti’ne borç verme yaklaşımında Osmanlının kendi içindeki birtakım hareketliliklere müdahale ettiği de görülüyor. Örneğin demiryollarının yapılmasında bazı müdahaleler söz konusu. Osmanlı’nın genel anlamda Batı’yla borç ilişkisi nasıl gerçekleşmiş? Yani Batı verdiği borçlardan sonra Osmanlıya siyasi anlamda müdahalelerde bulunmuş mu?

Bulundu tabii; zaten bu tarz borçlar şuraya kullanacaksınız diye şartlı olarak verilir. Mesela Ankara Üniversitesi Kütüphanesi’ne Fransa hükümeti büyükelçiliği her sene yardımda bulunuyor. Karşılığında ancak Fransa’dan kitap ısmarlayabiliyoruz. Üstelik hemen de tedarik ediyorsunuz. Bu şartlar borç verilirken “Şunu yapacaksın, bunu yapacaksın, malzemeyi buradan alacaksın.” şeklinde konuşulur. Adam sana borç verirken gidip de demiryollarını İngiltere’ye yaptırmana izin vermez. Yani sana borç verip de kendisine karşı kullanılacak zırhlıya müsaade etmez. Tabiî ki borç bir kontrolü gerektirir. Kaldı ki, demiryolları şirketleşme halinde… Ortada şöyle bir sorun var. Bu demiryolları birbirinin sahasına girmemiş. Mesela eskiden Afyon’da biri İngilizlerin, diğeri Almanların uzattığı iki istasyon vardı. İkisinin de birbiriyle bağlantısı yok. Bütün bu noktaların üzerinde durulması gerekir.

Bunun getirdiği çok ağır sonuçlar var mı?

Var tabii. Borç çok ağır bir edim ve yükümlülüktür. Ödemesi zordur. Hele hele bir de bunu ödeyecek mekanizmalarınız yeterince gelişmemişse. Osmanlı’nın aldığı borçlar çok yüksek meblağlar olmasa da krizden dolayı yüksek ödemeler yapmak zorunda kalmıştır. O borçlar Cumhuriyet döneminde de ödenmeye devam etti. Hatta Güneş Taner, “Ödemeyi en son ben imzaladım” demişti. Buna bakılırsa o zaman ödemeler yüz seneyi geçiyor.

Osmanlının ciddi borçlar aldığı dönemde bir yandan sarayların inşa edildiği de görülüyor. Bunlar zor zamanda yapıldığı için birtakım tenkitlere de sebep oluyor.. Yani devlet mekanizmasında bir çürümüşlük vardı diyebilir miyiz?

Hayır, aslında o saray hikâyesi o kadar da mühim değil. Bu konuya tam vakıf olmadan, bazı detayları bilmeden konuşuyorlar. Şimdi 19. asır Topkapı Sarayı’nda yaşanmaz. Yani o çağlarda devletin evinin Topkapı Sarayı olması mümkün değil. O başka bir devrin kendine has, mütevazı estetiğidir. Hatta Topkapı’da çok hoş parçalar, bölümler var. Ama 19. asır devletinin evi Topkapı Sarayı olamaz. Onun için yapılan saraylar da aslında mütevazı binalar… Çarların yazlık sarayı gibi olduğu söylenebilecek saraylar… Bu sebeple devletin mâliyesi sarayla batmış demek pek doğru değildir. Fakat şurası da bir gerçek ki devletin toparlanması da çok zor. Mesela zanaatkârlar ve zanaatlar; nitekim ayrı grupların elinde toparlanmış. Onların bir araya gelip bir iş çıkarması oldukça meşakkatli… Devlet ayrıca loncaların iflas etmesine, o insanların sefil olmasına göz yumamıyor. Onun için öyle vahşi bir kapitalist kalkınma götüremeyen, yani daha çok eski zanaatçılarla bir şeyler yapmak isteyen bir anlayış var. Bu da pek mümkün olmuyordu. Çünkü Türkiye’nin esnafı büyük yatırımlar yapmaya kabiliyetli insanlar değil. Nitekim 19. asır sanayileşmesi sırasında ahiliğin yürümediği görülüyor. Bizim yapacağımız en mühim iş, büyük sanayiye bir ahlak verebilmek. Onu verebiliyor musunuz? Nasıl verilebilir bilmiyorum ama bunun çok önemli bir husus olduğu su götürmez.

Dejenere olmuş bir müesseseyi düzeltme değil de yıkıp yenisini yapma tarzında bir yol izlenmiş. Lonca teşkilatlarının akıbeti de böyle oldu diye bir tenkit konusu var. Yani modernize edilebilme ihtimali olabilirdi şeklinde görüşler de mevcut.

Loncaları Osmanlı kaldırmadı. Bu kurum bir süre daha devam etti, ardından Cumhuriyet tarafından kaldırıldı. Mesela biri şikâyet edildiği zaman esnafın piri durumundaki adam, “Kazmasını getirsin” diye müeyyideler koyuyordu. Yani ahlâk ve zanaatını takip ediyordu. Bu sistem 1930’larda vardı. Ama piyasalar açıldığı için kazanç hiçbir hüküm dinlemedi.

İç gümrükler konusu da esnafı zorluyor

Ama bu fasıl devlet için büyük bir gelir kaynağıydı.

Yabancılar için durum nasıl?

Onlar için de aynı… Bir mal taşınırken iç gümrük ödeniyor. Yani yurt içinde tıpkı Türk Hava Yolları gibi kendi başına bir taşıma yapıp da muaf olmuyor. İlk limandan içeriye o da öyle giriyor. Fakat orada başka türlü bir durum söz konusu. Dıştan gelen mal, saf endüstri mamulâtı… Düşük kaliteli, göz alıcı ve ucuz ve dahası kitle üretiminden çıkmış. Bizimkilerin yaptığı manifaktür ürünü onunla baş edemiyor. Aslında daha güzel ama o güzellik millete görünmüyor. Mesela kumaşta, tekstilde Türk milleti kesinlikle güzelim Osmanlı işini bırakıp, Manchester dokumalarını desen olarak beğenme gibi bir görgüsüzlüğe düşüyor. Yani tıpkı eski güzel sedirlerimizi atıp, yerine berbat koltuklar koymak gibi… Bu değişiklik milletlerin masum isteğidir. Tabii burada yeni bir pazarlama söz konusu değil. Türkiye’de müşteriye hitap diye bir şey yoktu. Bu yeni başladı. Ben gençken bile bu memleketin sanayicisi piyasadaki zevk araştırmasını, beğeniyi kabul ve tespit etmez, ona göre de bir şey değiştirmeyi düşünmezdi. Halen de böyledir. Şimdi mesela bir sürü otomobil sanayii var. Bu sektörde araştırma diye bir durum söz konusu mu? Yok. İşte bu alışkanlık devam ediyordu. Şimdi şimdi değişmeye
başladı.

Düyun-u Umumiye İdaresinin siyasal otoritenin kullanım alanındaki anlamı neydi?

Herkes mali alacağını ve menfaatini her zaman teminat altında tutmak ister. Bu önemli bir husustur. Mesela I. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler bu tip borçları inkâr etti; ödemedi. Sonra zor durumda kaldı, ödemeye başladı. Bu kadar açık…

Osmanlı’ya mali açıdan baktığınızda ip şurada koptu diyebileceğiniz bir olay veya dönem var mı?

Böyle bir analizi iktisat tarihinde yapamayız. Siyasi tarihte belki mümkün olabilir. Mesela Karlofça hakikaten bir dönüm noktası… Bu antlaşmayla büyük toprak kaybı yaşıyoruz. Ama iktisat tarihinde, kesin tarihler tespit etmek zordur. Asırlarla konuşmak daha doğru olur. Birinci Dünya Savaşı, komünist blokun ortaya çıkışı gibi olaylar gösterilebilir. Mesela bizim Karadeniz hinterlandsız kaldı. Ondan sonra çöküntü başladı ama tek kusur gene de bu değildi ve bunun ardında yatan sebepleri o kadar çabuk da göremeyiz.

Osmanlı haritasına bakıyoruz. Büyük bir coğrafya… Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Nihayet bu büyük bir imparatorluk… Bir milletler mozaiği… Bir kültür… Şunu da ifade etmek gerekir ki, bugün Türk insanı maalesef bunu anlamaktan aciz. Konuyu daha da açmak gerekirse iki açıdan aciz olduğu söylenebilir. Birincisi, maalesef bu tarihi anlamıyor, kavramıyor, öğrenemiyor. “Bunlar haydut, yağmacı, kardeşini öldürdü, yeniçeriliğin kaldırılması için ordusunu doğradı” şeklinde üzücü değerlendirmeler yapılıyor. Veya “Bu millet üretmemiş” deniliyor. Bunu diyen adamların en hafif derecede dahi iktisat tarihi bilgisi yok. Çok sathi bir bakış açısı bu… Mesela “Osmanlıların kültürü yok” diyorlar ama bunu diyenlerin maalesef var olanı anlayabilecek donanımları yok. Bir ikinci takım daha var ki onlar da çok müthiş bir hayal dünyası içindeler. Mesela bu imparatorluğu çok çiftleştirme merakı derdine düşüyorlar. Bu yapılamaz, çünkü bu imparatorluğun içinde çok başka türlü renkler var. Dilimiz bu imparatorluğun resmî dili olabilir ama unutulmamalıdır ki burada başka hususiyetler de mevcuttur. Bunu bilmek lazım. Osmanlı tarihini bunların hiçbiri etüt edemez. Birincisi zaten Türkçe bile bilmiyor. İkincisi de maalesef bu imparatorluğun kültürel yapısını kavrayacak bir anlayışa sahip değil.

O günlerde yaşanan birtakım olumsuzluklar bugün de devam ediyor mu? Bugüne gelindiğinde benzer sorunlar hâlâ yaşanıyor mu? Yoksa önünü bir yerde kesmişiz de yeni sorunlarla mı uğraşıyoruz?

Hayır, yeni sorunlar değil ama bizde de şu an bir yandan dış borç var. O nasıl halledilir bilemiyorum. Diğer yandan müthiş bir iç borçlanma da mevcut. Yani bu borçları da gene iktisadi zaruretlerle, mesela doğudaki iç harp dolayısıyla hep almışız. Asayiş meselesi bu borçların kabarmasına sebebiyet vermiş. Türkiye’de geçen asırda olmayan müthiş bir yatırım, müthiş bir toplumsal dinamizm, işletme, etrafa açılma gibi öğeler de söz konusu. Ümit ediyoruz ki asayişle ilgili olaylar tekerrür etmeyecek, ikinci gelişme ise devam edecek. Bürokrasi hizaya gelecek, küçülecek ve bürokratik harcamaların arkası gelecek. Yani bunların sağlanması lazım. O zaman Türkiye daha iyi olacak. Ümitvarız.

Şu an Türkiye’deki iktisadi dinamizm ve hareketliliği nasıl buluyorsunuz?

Bu konuda söylemek istediğim iki tane husus var. İstanbul burjuvazisi yaratıcılık olarak iflas etmiştir. Bu bize özgü bir durum değil, bütün milletlerin tarihinde görülebilir. Mesela İngiltere’nin de o parlak burjuvazisi iflas etmiştir. Yenilemezlerse o memleketten hayır yoktur. Keza Fransa için aynı şey söz konusudur. Bu mesele üzerinde durulması gerekir. İstanbul burjuvazisi iflas etmiştir derken vurgulanması gereken husus, yeni Türkiye’nin kültür-görgü olarak yetişememesi gerçeğidir.
Onun için Anadolu’nun öne geçmesi, dirilmesi lazım. Hem böyle açık gidiyor, son derece cesur, gözü pek… Tabii kendine göre Protestan bir ahlakı var. Çünkü halktan burjuvazi tüketimini gizlemek zorundadır. Japonya’da bu durum söz konusudur. Ortalara çıktığın an büyük sınıf çatışmaları, büyük yabancılaşmalar, büyük ahlak bunalımları başlar. Alt sınıfların dünyalarını altüst edersin. Şimdilik alt sınıflar dindarlıkla bunu örtüyorlar. İleride ne olacağı belli değildir. İleride o da yetmeyebilir. Kaldı ki biz bir yandan da kitleye lüzumsuz şeyler üretiyoruz.

İkinci unsur tabii nüfustur. Nüfusu tükenen bir toplumun yaratıcı olması mümkün değildir. 60’ların dinamik İtalyası’nın hem sanayide hem ticarette hem de sosyal hayatta etkisi azalıyor. Türkiye’nin nüfusu Orta Anadolu’da dururken, doğuda bir artış görülüyor. Bu kalifiye olmayan, problemli bir nüfustur. Fakat Türkiye bu nüfusu yenileyebilir. Yani Balkanlardan, Asya’dan nüfus getirebilir. Nitekim bunu yapması da gerekiyor. O bölgelerde Türk nüfus tutmanın artık bir manası yoktur. Hatta dağılan Sovyetlerin muayyen mıntıkalarından da nüfus getirilmelidir. Mesela artık Ahıska Türklerinin oralarda tutulması lüzumsuzdur. Türkiye’ye getirilmeleri gerekir.
Üçüncüsü tabii kültür meselesidir. Maalesef Türkiye böyle Osmanlılıkmış, Türkiye Cumhuriyetçiliğiymiş gibi sevdalardan vazgeçmelidir. Cumhuriyetçilikle imparatorculuğun kültürel planda ayrımı söz konusu olamaz. Bu şekilde Türkiye’nin tarihi, kültürel müesseselerine dönmesi gerekir. Dinine karşı daha soğukkanlı ve daha anlayışlı bakmak zorundadır.Çünkü bu din sadece onu tehdit eden dış kaynaklı yobazların (!) dini değil, büyükannenin dinidir. Dahası büyükannen kadar sıcaktır, yakındır ve şenindir. Birtakım dinî akımların arkasında dış mihraklar bulunabilir ama düşün ki İslam ilk önce senin ecdadının dinidir. Böyle kendi başına Durkheim’ci bir cemiyet inşa edemezsin. Kimse buna muvaffak olamadı zaten. Bu işler bırakılmalıdır. Bunun din devletiyle falan alakası yoktur. Bu bir kültür meselesidir.
Son safhada şunu söylemek gerekir. Türkiye ittifaklar konusunda bir tarikat mümini gibi hareket edemez. Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı kuvvetli bir bakanlıktır. Balkanlara ve Ortadoğu’ya göre bir ananesi vardır ve değerli insanlara sahiptir. Fakat maalesef bu insanlar, herhangi bir tarikat üyesi kadar cezbe halindedir. Dün NATO’nun üyesiyiz diye cezbe içindeydiler, bugün Avrupa Birliği. Bunlar enikonu ittifaktır ve siz burada yabancı ve soğukkanlı olmak zorundasınız. Yani hiçbir yeri benimseyemezsiniz. Bunlar geçici, “Neresinden girdik, icabında neresinden kaçarız” diye bakılması gereken hücrelerdir. Fazla bulaşılırsa sıkıntıya girilir. Uluslararası ilişkilerde hiçbir şeyin partizanı ve mümini olmamak gerekir; maalesef bunu bilemiyorlar. Türkiye, kendisine ittifaklar araması gereken bir ülkedir. Devamlı ittifaklar arayacak. Onunla olacak, diğeriyle olacak, ötekiyle olacak. İslam Birliği’ne girmek şu bakımdan önemlidir: İslam Konferansı örgütünün en işe yarar bölümü IRCICA’nın Kültür bölümüdür. O da bizde mevcuttur zaten. Çünkü İslam ülkelerinin hiçbiri zaten hacim bakımından da kabiliyet bakımından da bizim kadar yetkin değildir. Bu şekilde bütün dünya ile işbirliği içinde olmak gerekir. Avrupa Birliği’ne girilebiliyorsa girilmelidir ama mümini olmamak lazım. Zaten AB’nin geleceği de pek parlak görünmüyor. Çek Cumhuriyeti küçük sanayileşmiş bir yer; Macaristan, Romanya, Yunanistan ise öyle duruyor. Biliyor muyuz biz bu ülkelerin ne olduğunu, kapasitelerini.
Bunların nüfusu artmıyor. Hele o eski Sovyet Bloku artığı ülkelerden artık menajer yaratıcılığı da pek çıkmaz. Ne olacak bunlar? Sonra her şeyden önce Avrupa’nın kendisine bakmak gerekir. Yani İsveç’le Portekiz aynı yerdeyse ne çıkar bundan.
Binaenaleyh bu partizanlıklardan Türkiye’nin uzak kalması, fakat bir yandan da devamlı bunları izlemesi, ihtiyatlı yanaşması, geçici birliktelikleri, ittifakları, iş birliklerini tercih edip yürütmesi gerekmektedir.
Herhalde biraz ittifak arayan bir karakterimiz var ve hemen her şeyde gökte düğün var dense merdiven arayan şaşkın bir milletiz. Bu tavırlar 21. yüzyılın ciddiyetine yakışmıyor. Birtakım kabiliyetlerimizi, müesseselerimizi iyi kullanmamız lazım.
Mesela ordumuz… Türk ordusu bugün çok önemli bir müessesedir. Her şeyden önce dünyadaki sayılı ordulardan biri olmasıyla dikkatleri üzerine çekiyor. Bunu zayıflatan insanları baş tacı edemeyiz.
Bir de köylülük sorunu var; Türk köylüsü hem üretkendir hem de kendine göre sağlamlıkları vardır. Üstelik aynı zamanda da bir teminattır. Komünizm artığı ülkelerdeki çürümüş, herhangi bir şey üretemeyen köylü sınıfına bakınız. Kıyaslandığında bu çok mühim bir zenginliktir. Yaşayışı bakımından da teminat altındadır. Binaenaleyh kafasındaki birtakım pazar mekanizmalarıyla, bu köylülüğü ortadan kaldırmaya çalışan sözde liboş iktisatçılara hiç taviz vermemek gerekir. Köylülüğü yok edersen çok şey kaybedersin, iktisadi sistemin çöker. Doğu Avrupa’da olduğu gibi, bu kurum çökmeye başladıkça milletin asıl değerlerini ve ahlakını muhafaza eden Türkiye taşrası sarsılır. Bunlar halledilmesi gereken konulardır. Nüfus politikaları ne kadar geçerli ve gerçek, belli değildir. Ayrıca ben o nüfus kontrol mekanizmalarının da pek etkili olduğu kanaatinde değilim. Fakat nüfusu iyi tespit etmek lazım. Nüfusun çok büyük bir zenginliğimiz olduğu gözden kaçırılmamalıdır. “Hedef yüzde 2 köylülük, çünkü İngiltere’de öyle” gibi garip laflardan vazgeçelim. Sanki bunlar şart olan rakamlar ve oranlar… Nüfusun yüzde 30’u köylü olsa bu hangi modernliğe engel?
Türkiye’nin sorunu köy ve köylülük değil; kasabadır. Ülkemizin önemli bir kesimi bu yerleşkelerde yaşar. Nüfus büyüklüğü 15 bin-30 bin arasında değişen bu bölgeler (bazıları zaruretten daha az) bir kere beledî hizmetlerin müthiş ehliyetsiz, verimsiz verildiği yerlerdir. Sorun sadece nüfus ve bütçe değildir, Türk kasabası 17. yüzyılda Evliya Çelebi’nin lezzetle anlattığı çarşı, pazar ve zanaatlarını tasvir ettiği birimler değildir artık. İki asırdır, dışarıdan köyünün pazarlamasına ananelik yapan bazı mamulat getirip dağıtır; kendisi hiçbir şey üretmeyen, sadece dedikodu ile gün geçiren, eğitimin niteliksiz olduğu yerlerdir. Bu bölgelerde bürokrasi, kanun ve nizamdan saptırılır; politika dar mahalli halka, zümrevî menfaatlere göre yönlendirilir. Bu nedenle burada mahalli demokrasi de gelişemiyor. Çünkü üretemeyen yerde sağlıklı çıkar grupları oluşmaz; tartışma, uzlaşma ve denetim mekanizmasının gelişmesi zordur. Tek ümit kasaba gençliğinin kasaba dışında eğitim görmesidir. Oysa partilerin genel eğilimi bunun tersi yönde oldu ve kasaba gençliği kasabada kaldı.
Eğer üretimin artmasını istiyorsak bu ara yerleşme birimlerini ya sanayi alanında geliştirerek ya da aksine turizm ve tarımda yoğunlaşan yerleşme birimleri haline getirerek muhafaza etmeliyiz. Maalesef kasaba, klasik muhafazakâr yapısıyla korunamıyor ve derhal göç tehdidine uğruyor. Her göç kasabanın genç ve dinamik nüfusunu alıp götürüyor ve onu durgunluğa mahkûm ediyor. Bilhassa Sivas’ın kazaları, Erzincan’ın Kemah, Kemaliye (Eğin), Malatya’nın Arabkir gibi kazalarının uğradığı nüfus aşınması buraları ihtiyar nüfusun çaresiz yerleşmelerine dönüştürmekte ve ilginçtir ki yaşlanan nüfusla birlikte kasabaların tarihî niteliği de korunamamaktadır.

ALINTI: Yakın Tarihin Gerçekleri. İlber Ortaylı. Timaş Yayınları
İstanbul 2012 (yorumsuz alıntıdır)

Bülent Pakman. Şubat 2015. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntılanamaz.

Bakü Ofis 2011Bülent Pakman kimdir?

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.