Bağdat

Yıl 2004 mevsimlerden sonbahar. İstanbul’dan Ürdün havayolları ile Amman’a uçuyorum. Yol ortasında uçakta İngilizce-Arapça anons yapılıyor, balayılarını İstanbul’da geçiren bir Ürdünlü çift tebrik ediliyor. Onlar da oturdukları yerden gülücüklerle el sallıyorlar etrafa.

Uçak Amman havaalanına iniyor. 1991 deki bir haftalık İsrail seyahatini saymazsak 18 yıl sonra Orta Doğu’ya tekrar gelmiş oluyorum. Ertesi gün yine Ürdün Havayolları adına sefer yapan özel bir uçakla Bağdat’a uçacağım. Amman havalanında transit counter’a gidip ücretsiz otel rezervasyonu yaptırıyorum. Benimle beraber gelen başka Türk Mühendisler de var. Hep beraber terminal dışına çıkıp otelin shuttle (havaalanı servis) durağına gideceğiz, bir arap genç ben götüreyim diyor,  1 $ bahşiş veriyorum. Beklerken Türklerle sohbet ediyoruz. Bağdat yakınlarında ancak farklı Amerikan üslerine gitmek için geldiğimizi anlatıyoruz birbirimize, onlar Victory ve Anaconda Amerikan üslerine ben de Taji üssüne. Shuttle geliyor, yakındaki Alia oteline gidiyoruz. Otel vasat, bir gece için fena sayılmaz. Akşam olmuş, duş yapıp, üzerimi değiştirip lokantasına iniyorum. Uçakta beraber geldiğimiz Türkler de yemek yiyor. Arap mutfağından çeşitler var, humus, yağlı sambusak böreği, falafil yani nohut köftesi gibi. Soslar, kokular alıştığımızın dışında, etler sert yenecek gibi değil. Yemekten sonra otel bahçesinde yürüyüş yapıyorum. Hava sıcak, Türk cep telefonumdan evi arıyorum.

Ertesi sabah kahvaltıya iniyorum. Bizim damak tadımıza yakın, zeytin, beyaz peynir var, bir de ful dedikleri bakla, bu da özellikle Mısırlılar için, sabah sabah bakla yerler. Shuttle tekrar beni alıyor, otelin etrafı kum, çöl. Havalanından Bağdat uçağına biniyorum. Uçak küçük. Tek hostes genç bir kız, İngiliz, kot pantolonlu, kaç para alıyor kimbilir diyorum içimden. Ürdün Havayolları adına uçuyor ama belli ki özel bir uçak. Devir Irak işgalinin en kötü devri. Bağdat havaalanı dünyanın en tehlikeli, en güvenilirsiz havalanı. İnen kalkan uçaklar bazen çevredeki direnişçiler tarafından keklik gibi avlanıyor. Bir belgesel seyretmiştim. Bağdat’tan kalkan bir kargo uçağı direnişçilerin füze saldırısında isabet alıyor, tüm hidrolik sistemi boşalıyor, kanat hareketleriyle mucize bir iniş yapıyorlar. Bağdat’a o tarihte tek sivil uçuş bizimki. O da yeni başlamış. Amman-Bağdat arası tek gidiş 660 $. O zamanlar o parayla Amerikaya gidip gelmek mümkün.

Uçak yarı dolu. Havalanıyoruz. Kot pantolonlu genç hostesimiz sandviç ve kahve ikram ediyor. Pencereden aşağı bakıyorum. Bildiğim Arap çölü. Bir süre sonra dar yeşil bir kuşak beliriyor. Herhalde Dicle-Fırat’ın kolları uzanmış diye düşünüyorum. Buralarda yerleşimler var. Buraların Bağdat’ın batısı, Ramadi civarı oldugunu tahmin ediyorum.

Victory Kampı – Eski Saddam Sarayı

Bir süre sonra uçak havalanı üzerine geliyor, herhalde Bağdat olmalı. Garip, alçalmıyor. Başlıyor havaalanı etrafında dönmeye, sonra dönerken yavaş yavaş alçaldığını hissediyorum. Jeton düşüyor, spiraller çizerek alçalıyor zira etraf güvenli değil, merkezden ne kadar uzaklaşırsa o kadar füze menzil alanına girecek.

Sonradan öğreniyorum. Havalanının etrafında bir kuşak Amerikalılarca özellikle uçak iniş ve kalkışları sırasında kontrol ediliyor. Bir tarafta Saddam’ın eski sarayı şimdi Amerikan ordusunun Victory üssü olmuş.  Vay anasına nereye gelmişiz diyorum. Sonunda uçak iyice alçalınca piste yöneliyor ve iniyor. Terminal binası önünde duruyor. Terminal büyük ama toz içinde. Apron toz toprak, in-cin top oynuyor.

Terminale giriyoruz. Sağda solda otomatik tüfekli tam teçhizatlı Amerikan askerleri. Henüz Irak ordusu, polisi falan yok, daha yeni kurulmaya çalışılıyor. Sanki her şey oturmuş bir ülkeymiş gibi pasaport kontrolunda fotoğraf çekiliyor. Birden elektrik çat diye kesiliyor. Gündüz ama ortalık zifiri karanlık oluyor. Neyse kapıya geliyorum. Beni şirketin Bağdat temsilcisi karşılıyor. Bagajı alıp kapalı otoparka yöneliyoruz. Otopark bomboş 1-2 araç var. Çıkınca gerçeklerle karşı karşıya kalıyorum. Terminal, otopark çevresi zırhlı araçlarla dolu, üzerlerinde birer Amerikalı, otomatik silahını doğrultmuş her an ateş etmeye hazır, eli tetikte belli.

Sanki Oliver Stone’un “Apocalypse Now” (Kıyamet) filmini seyrediyor gibiyim. “Benim burada ne işim var yahu Vietnam’da falanmıyım?” diyorum. Davulun sesi uzaktan anlaşılmıyormuş. Güya 28 yıl önce üç buçuk ay askerlik yaptım diye sevinmiştim bir zamanlar, askerliği öp de başına koy. Savaşın tam ortasında olduğum ancak  kafama dank ediyor.

Türkmen şoförümüz önündeki Amerikan zırhlısının hemen arkasından gidiyor. Savaştan hemen sonra gittiğim Kabil’den az çok deneyimliyim. Yahu arada biraz mesafe bırak diyorum. Şirket temsilcisi de beni tasdik ediyor, doğru yahu diyor. Amerikalıları yol kenarı bombası ile ya da ateş açarak pusuya düşürseler biz de bok yoluna gideceğiz. Yani hayret, sanki orada yıllarca yaşayan o Türkmen değil de, ben.

Dünyanın en tehlikeli yolundan Bağdat’a gidiyoruz.

Bağdat çok güzel, hele Kabil’den sonra. Palmiyeler, hurmalar dolu. Ancak bakımsız, savaşın izleri var, koca bir shopping center önünden geçiyoruz, terk edilmiş, bazı yüksek binalar da öyle, fakat yollarda yanmış araba falan göremiyorum. Neden diye soruyorum. Hemen kaldırıyorlarmış. Psikolojik elbette. Direnişçilerin gücü görünmesin diye.

bağdat 2004 greenzone

bağdat 2004 greenzone

Bağdatın ortasında, Dicle’nin kenarında, etrafı büyük New Jersey beton blok, dikenli tellerle çevrilmiş ve izinsiz girilemeyen bir Amerikan üssü olan Green Zone (Yeşil Bölge) kapısına geliyoruz. Bu New Jerseyleri yapan ve yerleştiren çok iyi para kazanmış, onu anlatıyor şirket temsilcisi.

Green Zone nizamiyesi kapalı, daha yeni bombalanmış, daha doğru bir intihar arabası patlatılmış, başka bir kapıya yöneliyoruz. Burada kimse yok neyse ki. Amerikalı inin diyor, iniyoruz, bekleme alanında bekliyoruz, boş arabayı iyice arıyor, üzerimizi arıyor binip içeri giriyoruz.

Şirket temsilcisi şaşırıyor. Zira içeride bir  kahve yerle bir olmuş. Sonra akşam haberlerden anlıyoruz ki bir intihar bombacısı nasılsa içeri girebilmiş ve kahvenin kalabalık olduğu bir sırada kendini patlatmış. Bir sürü ölü, yaralı. Sonra öğreniyoruz ki içerde pazarda da aynı şey olmuş. Bunlar Green Zone’da ilk defa oluyormuş. Moral birden sıfır oluyor. Halbuki bana Green Zon’un güvenli olduğu söylenmişti.

Şirketin villasına geliyoruz. Odama yerleşiyorum. Akşam olmuş. Şantiye’den mühendisler ve ekip geliyor. Mühendislerle tanışıyorum. Yemek yiyoruz. Arada bir “güümm” patlama duyuluyor. Normalmiş. Aşçı Türkiye’ye dönmüş, işçiler arasından az çok yemekten anlayan biri yemek yapıyormuş. Ancak bu yemekle doymak zor. O yüzden içerde bolca kuru yemiş, cips ve bira var. Şirket Temsilcisinin vücudu kat kat yağ olmuş herhalde bunları yiye içe.

Yemekten sonra Şirket temsilcisi yakındaki bakkala gideceğim istersen gel, alacağın bir şeyler varsa alırsın diyor. Merak işte, gördüğüm bombalanmalara rağmen çıkıyorum. Yoğun bir çöp kokusu  var. Yeni işgal edilmiş bir ülke, ortada belediye falan yok. Çöpler toplanmayınca etrafta bir arsaya atılıyor ve yakılıyor. O da yoğun koku yapıyor. Caddeler geniş, Saddam iyi para harcamış Bağdat’a. Bakkalda her türlü içki var. Özellikle Türk biraları. Başka Türk malları da var. Fiyatlar da Türkiye’den ucuz. Bizdeki KDV yok tabi. Daha sonra junk food ve birayla beslendiğini gözlemlediğim Şirket Temsilcisi biralara yöneliyor. Büyük plastik şişede Skol o zaman yeni çıkmış, bilmiyor “fena değil dene” diyorum.

Akşam Türk cep telefonumdan evi arıyorum. Giderken çok büyük zoruklarla izin alabildiğim eşim haberleri seyretmiş, “İyimisin, aman dışarı çıkma, sen nasıl bir yere gittiğinin farkındamısın?” diye soruyor. Sanki ben bilmiyorum nerede olduğumu. Gece yatıyorum, ancak o zamanlar Bağdat yakınlarındaki Felluce sünni direnişçilerin elinde Amerikan ordusu da kasabayı çevirmiş. Green Zone’daki hastaneye sürekli ambulans helikopterler iniyor, kalkıyor,  gürültüden uyunmuyor. Tam bir Oliver Stone filmi, bu kez seyretmiyor, üç boyutlu 3D ve stereo yaşıyorum. Hava sıcak, gündüz 45 derece, odamda klima yok, ama fazla kalmayacağım nasıl olsa. Tavan vantilatörünü açıyorum onun sesi helikopter gürültülerini biraz bastırıyor.

Sabah füze sesleriyle uyanıyorum. Bir füze “vınnnn” villanın üzerinden geçip bir yerde patlıyor. Hemen arkadan bir daha. Füzenin yörüngesini çıkardığı sesten izlemek mümkün. Tecrübe sahibi oluyorum. Sonra öğreniyoruz ki yandaki apartmana isabet etmiş, Iraklı ailelerin kaldığı, ölen yaralan varmış.

Ekip kahvaltı yapıp işe gidiyor. Green Zone’da elektrik şebekesi döşüyorlarmış.

Villa sivri-karasinek ve hamamböceği dolu. Türkmen şoföre spray insektisit ısmarlıyorum. Şimdiye kadar kimse düşünmemiş.  Boş pet şişeleri suyla doldurup banyo süzgeçlerini kapatıyorum. Bavulumu da açmayıp kapalı tutuyorum. Alabileceğim önlemler bunlar.

Evde sadece aşçı ve şirket temsilcisi var. Onlarla sohbet ediyorum. Bu arada Türkiye’deki şirket merkezinden mail geliyor. Şirket temsilcisine fırça. Dün Bağdat’ın bir yerinde, galiba havaalanı civarında, bir iş varmış ve yer görmek gerekiyormuş, neden gidip görmedin diye adama fırça. O da cevap veriyor, Bülent beyi almaya şu saatte gittim, onu şu saattte eve bıraktım, o yüzden gidemedim diye. Bu arada maillerin bir kopyası da bana gönderiliyor, benim ne ilgim varsa. Benim anlaşmama göre Green Zone’da güvenli bir şekilde kalacak, şantiye binaları Ramadi Amerikan üssünden Taji Amerikan üssüne taşınınca şirket temsilcisi beni Taji’ye bırakacak. 3 ay sonra oradan alacak, izin yapmak için Türkiye’ye gidip döneceğim. İş tahminen ondan 2 ay sonra bitince de temelli Türkiye’ye döneceğim. Bu nedenle anlayamıyorum, Bağdattaki yeni işlerle ne ilgim var.

Aşçı bana çay yapıyor, oralar hakkında bilgi almak için oturup sohbet ediyorum. Villa’da sadece ikimiz varız. Adamın tek derdi Türkiye’ye dönmek. Şirket ona taksi tutacakmış, Bağdat’tan  Zaho’ya taksiyle gidecekmiş. Oradan Habur’a geçecekmiş. Uçak pahalı. Ancak karayolu da tehlikeli, Bağdat’ta taksilerin beklediği durak ve özellikle yol üzerindeki Musul daha da tehlikeli. Allah yardım etsin diye düşünüyorum içimden. Villa epey büyük. Salonda işçiler kalıyor, koğuş haline gelmiş, banyosu, tuvaleti ayrı. Diğer odalarda biz mühendisler kalıyoruz. Bizim de banyomuz tuvaletimiz ayrı, banyo kocaman hamam tarzı, kurnası falan var. Çatı katında Şirket Temsilcisi kalıyor. Villanın bahçesi büyük ve çim. Aşçı bir taraftan bahçeye bakıyor, her gün sulamasını yapıyor. Çim bahçe moral sağlıyor herkese.

Evde uydu anten var. Türksat ve Hotbird seyredilebiliyor. Uydudan çok iyi anladığım için eksik Türk kanallarını ayarlıyorum. Türk kanallarını seyrediyorum ama moralim bozuluyor zira sürekli Irak’ı gösteriyor kanallar ve yorum yapıyorlar, TV’ye göre Irak’ta çeteler kol geziyor, yabancı mühendis ve işçileri kaçırıp fidye istiyorlar. Amerikalılar üslerine kapanmış, hapis olmuş. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın bildirisi sürekli TVlerde. Mecbur değilseniz Irak’a gitmeyin diyor. Güneydeki Şiilerin gösterileri vb TVlere göre Irak’ta kan gövdeyi götürüyor, patlamalar, simsiyah dumanlar vb.

Şirketin Ramadi’de Amerikan Üssündeki işi bitmiş, oradaki şantiye ve kamp kabinleri benim gideceğim Taji üssüne taşınacak. Şirket temsilcisi sağa sola telefon ediyor, kendisinde Amerikan DOD (Department of Defense – Savunma Bakanlığı) kartı var. Bununla Green Zone’a girip çıkabiliyor, yanında misafir getirebiliyor. Ancak çabaları sonuç vermiyor zira hiçbir taşımacı Ramadi’ye gitmeye yanaşmıyor. Kaç para verirseniz verin. Zira direnişçiler TIR üzerinde portakabin, konteyner gördüklerinde TIR’lara füze gönderiyormuş. Ramadi, Felluce, Bakuba, Balad Irak’ın en tehlikeli yerleri ve sünni direnişçilerin en yoğun oldukları yerler, Taji de oralarda. Sonuçta bu ortamda nakliyat yaptırmak mümkün değil. Bu nedenle başka yerden belki de Türkiye’den kamp binaları getirmek gerekecek. Merkeze bildiriyoruz. İyi de sadece kamp değil işin tüm malzemesi de Türkiye’den gelecek, gelecek de nasıl?

bağdat 2004 savaş kalıntısı

Akşam mühendis arkadaşlar Amerikalıların PX’ine gidecekler yani Amerikan askerlerinin marketlerine. Ben de geleyim diyorum. Aklıma geliyor. 1960 larda Ankara Amerikalılarla doluydu.  Sıhhiye’de  şimdi üzerinde Celal Bayar bulvarı bulunan ve eski adıyla İşçi Bulma Kurumu, İşkur’un karşısına gelen yerde PX vardı. Biz de çocuk olarak belki alırlar diye kapısına giderdik ama almazlardı. O zamandan beri içimde kalmış bir PX görmek. Eskiden İtfaiye Meydanında bu PX den çıkma malların ve Türkiye’den ayrılan Amerikalıların ev eşyalarını pazarlandığı dükkanların olduğu çarşı da vardı. Ne arasan bulunan bu çarşıya Bit Pazarı ve PX karışımı Bit-Ex denirdi. Oraya gidebilirdik, Annem çok meraklıydı, oralardan çok şey almıştı.

Dönelim Green Zone’a. Arkadaşların arabasına biniyorum. Etrafı gözlemliyorum. Green Zone’da bir sürü tahrip olmuş Devlet binası var. Savaşta direnmeye kalkanların olduğu bu binalar ağır tahribata uğramış. Elektrik yok, her yer jeneratörle aydınlanıyor. PX’e girmem çok zor oluyor. Kapıdaki Gurkalara yalvar yakar girebiliyorum. Ama PX’de aman aman bir şey yok. Büyükçe bakkal gibi bir yer. Hayal kırıklığına uğruyor yıllarca merak ettiğim yer bu muymuş diyorum. Fiyatlar da Amerika’daki Wallmart’a göre pahalı. Ben birkaç kutu deodorant stick alıyorum. Arkadaşlar kot pantolon alıyorlar. Villa’ya geldiğimde stickin birini deniyorum. Ancak vidası bozuk, dönmüyor, diğerleri de öyle. Haydaa, Amerikan malı ancak tapon çıktı. Geri götürmek gerek. Benim girmem işkence, arkadaşlardan rica ediyorum. Ertesi gün gidip değiştiriyorlar, aynı markanın hepsi bozuk olduğu için daha pahalısını, farkını almadan, veriyorlar.

O zamanlar gideceğim Amerikan üssünde GSM ya da kablolu telefon yok. Sadece Thuraya firmasının uydu telefonu var. Bana da bir tane vermişlerdi Türkiye’den gelirken. Üsteki Amerikalıyı arıyoruz ancak bulmak zor oluyor. Bulunca da adam gelin diyor, nasıl gidersek gidelim adamın sorunu değil, onu anlıyoruz.

Türkiye’den gelirken daha önceki işte çalışan Iraklı bir inşaat mühendisini senin yanına vereceğiz demişlerdi. O mühendisle görüşmemiz gerekiyor. Adam Green Zone’a giremediği için bizim çıkmamız gerekiyor. Green Zone’dan çıkıp yakındaki bir otelde buluşulacak. Şirket temsilcisi gidermisin? diyor. Ne yapalım, kelleyi koltuğa alıp dünyanın en tehlikeli yeri  Bağdat caddelerini arşınlayacağız. Sıcak, güneşli bir gün. Villadan çıkıyoruz, araba yok, meşguller. Dicle üzerindeki Saddam’ın yaptığı asma köprüye doğru yürüyoruz.

4 Temmuz Köprüsü

Köprünün diğer başında bir nizamiye var. Yolda durakta duran tanıdık Iraklı bir taksi şoförü geceki füze saldırısının sonuçlarını anlatıyor. Bize “eh sizler fena değilsiniz Araplara benziyorsunuz, dışarıda dikkatli olun Ali Babalar var, yabancı olduğunuzu belli etmeyin” diyor. Bizler direnişçiler için çok değerliyiz, dünyanın fidyesi ederiz, onlara göre. Aslında burada direnişçi, eşkiya kim hepsi karışmış. Eşkiya’nın Arapçası “Ali Baba”. Eh doğru, burası Ali Baba’nın vatanı.

14 Temmuz Köprüsü üzerinde yürüyoruz

Taksi şoförü sizler iyisiniz ama sizin Şantiye Müdürü’nün işi çok zor diyor. Bahsettiği şantiye müdürünün babası levantenlerden. Böylece müdürün tipi tam yabancı tipi, Türk ve Araba kesinlikle benzemiyor. Hatta Amerikalıya benziyor denebilir. Bu nedenle Bağdat sokakları onun için son derece tehlikeli.

14 Temmuz Köprüsü Nizamiye Check-point

Köprüyü geçiyor kapıdan çıkıyoruz, bir tarafta içeri girmek isteyen işçiler var. Günlük çalışıp akşam geri çıkacaklar, onlar sıkıca aranıyor. Artık kaderimiz Allah’a emanet. Arkadaş telefon ediyor, mühendis arabayla gelip bizi alacak. Bir kenarda bekliyoruz, gayet sakiniz, etrafa bakmıyoruz, oralı gibi davranıyoruz. Görebildiğim kadarıyla etrafta kıytırık dükkanlar var. Kimilerinin vitrinlerinde Hz. Ali’nin resmi.

Biraz sonra araba geliyor, biniyoruz, neyse şimdilik yırttık. Yakında Dicle kıyısında büyük bir otel var. Adı hatırladığım kadarıyla Mansur Hotel. Otel artık yabancı müşteri almıyormuş. Zira bombalanmaktan, saldırıdan bıkmışlar. Otel havuzu boşaltılmış, aylardan Ramazan ama otel cafe’si açık, oturuyoruz, Arapların kimisi oruç değil, oruç olmayanlar kahve içiyor. Bu arada otelde taksi servisi var, Amman’a. Ne kadar diye soruyorum 250 $ diyorlar. Ancak taksi direniş bölgesinden geçmek zorunda, olsa olsa Araplar gider herhalde diye düşünüyorum.

Benimle beraber çalışacağı söylenen Iraklı mühendis “ben artık sizle çalışamayacağım, babam üniversitede master yapmamı ve orada kalmamı istiyor” diyor. Soğuk bir duş oluyor bu bizim için. Ağzını yokluyorum, ne maaş alacaksın, seni idare edecek mi? Bizden biraz daha kazanıp sonra üniversiteyi neden düşünmüyorsun gibilerinden. Maaşını artırsak acaba ne der diye yokluyorum ama adam kararlı, belli ki korkuyor direnişçilerden. Yanında getirdiği Araplar Üs’te taşeronluk yapmak isteyenler, onlarla sohbet ediyoruz, ne yapabilirler anlamaya çalışıyorum, özellikle kamp binaları konusunda yardım istiyoruz, size birilerini buluruz diyorlar.

Sohbet bitiyor, kahve paralarını ödüyoruz, epey ucuz geliyor Türkiye’ye kıyasla. Bizi tekrar aldıkları yere bırakıyorlar. Kapıda Amerikalı cep telefonu varsa kapatın diyor. Direnişçiler cepleri aktive ederek bomba patlatıyorlarmış. Amerikalı iyice üzerimiz arıyor, geçin diyor. Tekrar asma köprüden karşıya geçiyoruz. Güneş tepemizi yakıyor, hava gölgede 45 derece. Aylardan Kasım ama yine de sıcak.

Kablolu internete giriyorum. Haberler kötü. Bir Türk müteahhit Anaconda üssüne girmek için sıra beklerken kaçırılmış. Kaçırılan Türklerin sayısını söylüyor. Bende moral daha da bozuluyor.

Akşam şantiyeciler geliyor, üstlerinden bir füze geçip çok yakınlarına düşmüş ama neyse ki kimseye bir şey olmamış. Onların da moralleri bozuk. Yemek geliyor, azıcık bir şey. Aşçı anlaşılan beni daha fazla tutmayın gönderin demeye getiriyor. Şantiyeci mühendislerden biri dizi hastası. Gece TV ona tahsis, ben de fırsattan istifade onun kablosundan internete bağlanıyorum.

Bir gün şantiyecilerle şirket temsilcisi tartışıyor. Şantiye malzemeleri genelde Türkiye’den geliyor, ama karayolu kuzeydeki kürt bölgesinden sonra son derece sorunlu. Kamyonlar Musuldan geçemiyor ve kürt bölgesinde yüklerini arap plakalı kamyonlara devrediyorlar. Bu arada şantiyede kablo sıkıntısı oluyor. Bağdat’ta arıyorlar bir yerlerde kablo oluğunu öğreniyorlar, Şantiye Müdürü atlayıp gidiyor. Anlattığına göre ıssız bir depoda buluyor ama son derece tehlikeli bir yer. Bakıyor sağlam, fiyat pazarlığı yapıyor ve Türkiye’deki şirket merkezine bildiriyor ve merkezden para istiyorlar. Ancak merkez mırın kırın ediyor, acaba kablolar eski mi, bozuk mu, sonradan sorun olur mu gibilerinden. Şantiye müdürü ve mühendisi bozuluyorlar. Kendilerini riske atmışlar, çok iyi bir iş yaptıklarına inanıyorlar, ama karşılığını çok farklı alıyorlar, burada olmayan kesinlikle burayı ve buralarda ne olup bittiğini anlayamaz diyorlar. Orası doğru gerçekten ortalık savaş alanı, tıpkı Vietnam gibi ve görmeden bunu anlamak mümkün değil. Şirket temsilcisi bana soruyor, kablolar kötü çıkar mı diye. Neden çıksın diye yanıt veriyor ve teknik açıklama yapıyorum.

Günler geçiyor ama nakliyeci bulunamıyor. Gündüzleri villanın bahçesinde güneşleniyorum, hava çok sıcak maksimum 45 derece. Akşam Amerikalıya benzeyen şantiye müdürümüz geliyor. Şehir merkezine gitmiş kendine kot pantolon almış. Allah akıl versin diyorum.

Boş oturmaya devam ediyorum. Ama zor oluyor. Bir tarafta tek tük patlama sesleri, diğer tarafta TV ve internet gazetelerinde Irak hakkında iç karartıcı haberler. Sonunda şirket merkezi bana Taji konusu halledilinceye kadar Bağdat’ta iş kovalamayı teklif ediyor. Ancak aklımı peynir ekmekle yemedim. Gelirken Eşim beni Taji üssünden çıkmamak üzere göndermişti, son dakikada Green Zone’da kalma çıkınca da göndermekten vazgeçmişti ve onu tekrar zor ikna etmiştim. O sıralar Bağdat’ta bir Ankara’lı büyük bir Türk inşaat şirketinin mühendisleri kaçırılıp öldürülmüş, şirket çalışanları bunun üzerine herşeyi ortada bırakıp Irak’ı terk etmişti. O nedenle kusura bakmayın, Bağdat’ta çalışacak olsam zaten dünya kadar iş vardı, bana boş yere maaş vermek istemiyorsanız geri dönebilirim dedim. Şirket ortağı zaten okuldan iyi arkadaşım. Kabul etti. İyi de nasıl döneceğim? Burada kimsenin benim geldiğim uçaktan haberi yok. Şirket merkezinin de haberi yoktu. Neyse internete girip Ürdün havayollarına mail attım. Bana hemen Bağdatta bir cep no.su verdiler. Aradım, geldiğim Amman-Bağdat uçağını işleten adammış. Büronuz nerede diye sordum, “yok” dedi. Şoförü gönderip bilet aldıracaktım güya. Anladım ki uçak dolmuş gibiymiş, bana “gel ben seni uçururum merak etme dedi.

Ertesi sabah Türkmen şoför beni götürmeye geldi. Türkiye’den verilen yüklü şirket avansını şirket temsilcisine verdim, o ana kadar tahakkuk etmiş maaşımı da içinden almayıp onlara bıraktım zira nakde çok ihtiyaçları vardı. Yola çıktık. Sabah erken Bağdat caddeleri ıssızdı. Tehlikeli havaalanı yolunu katettik. Alana yaklaşınca büyük bir check pointte durduk. Bavulumu alıp kuyruğa girdim.Kuyrukta uzak doğulu, hintli vb. işçiler vardı. Bavulla tozlu yolda  uzun yürüyüşten sonra bir çadıra girdik. Bavul ve üzerimiz didik didik, ayrıca köpekle de arandı. Köpeğin başındaki zenci Amerikalı asker köpeğe çok iyi davranıyordu.

Havaalanına geldikten birkaç dakika sonra arkamızdan çalışanların servisi geldi. İçinden inen kadınlar feryad figan ediyorlardı. Sonradan öğrendik ki onlarla beraber gelmekte olan bir başka servis yolda taranmış ve içinde ölenler varmış. Yani şansımız varmış piyango bize değil onlara isabet etmiş. Direnişçiler havalanında çalışanları Amerikalılara hizmet ediyor olarak mütalaa ediyorlar ve böylece caydırmak istiyorlar.

Bülent Pakman, Kasım 2009. Aralık 2019 video eklendi. İzin alınmadan ve aktif link verilmeden alıntılanamaz.

Al Khobar Ofis

Bülent Pakman kimdir?

Yorum bırakın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.